felsefe

Hippolu Augustine Kimdir? (The School of Life) | Video

 

The School of Life, bu videosunda erken dönem Hristiyan filozoflarından olan Hippolu Augustine’in yaşamını ve düşüncelerini inceliyor.

 

İyi seyirler…

 

-oo-

 

Augustine MS 4.-5. yy arasında hızla çökmekte olan Roma İmparatorluğunun uç şehirlerinden birinde, Kuzey Afrika’da bulunan Hippo kentinde yaşayan Hristiyan bir filozoftu. 35 yıl boyunca piskoposluk yaptı. Büyük oranda eğitimsiz ve fakir olan cemaati tarafından çok sevilen ve sayılan bir kişiydi. Yaşamının son günlerinde Vandallar olarak bilinen germen kavmi Hippo’yu yerle bir etti. Lejyonları yakıp yıkıp şehrin genç kızlarını kaçırmışlar, buna rağmen yaşlı filozofun geçmiş başarılarına duydukları saygıdan ötürü Augustine’in katedraline ve kütüphanesine el sürmemişlerdir.

Augustine bugün biz Hristiyan olmayanlar açısından Roma’nın değerlerine ve durumuna yönelttiği eleştiriler ve Roma’nın modern Batı ve özellikle de ABD ile birçok ortak yanı olması sebebiyle büyük öneme sahiptir. Romalılar temel olarak iki şeye inanıyordu:

Birincisi: DÜNYEVİ MUTLULUK. Roma halkı son derece iyimser bir toplumdu. Pont du Gard su kemerini ve Colloseum’u inşa eden bu insanlar, teknolojiye, insanların kendilerini geliştirebilme gücüne, doğayı kontrol edebilme becerisine ve insanın kendi mutluluk ve tatminini kendisinin yaratabileceğine inanıyordu.

Cicero ve Plutarch gibi yazarlar gururlu ve hırslıydı, geleceğe güvenle bakıyorlardı. Yazdıklarında bir iki ufak tefek değişiklik yapılsa, günümüzün Palo Alto’su için yazılanlara benzer, Wired’ın bir sayısında yer alabilecek metinlerdi.

Romalılar için bugün bizim KENDİNİ GELİŞTİRME dediğimiz şey adeta bir yaşam düsturuydu. Hatipler dinleyicilerini başarılı ve son derece etkin bir biçimde eğitiyordu. Bir Romalının gözünde insan denen hayvan mükemmelleştirilmeye son derece açıktı.

İkinci olarak da ADİL BİR TOPLUMSAL DÜZEN’e inanıyorlardı. Uzun yıllar boyu Romalılar adaletli olmanın toplumlarının bir alameti farikası olduğuna yürekten inandı: Arzulu ve zeki olan kişiler sosyal basamakların en tepesine tırmanabiliyordu. Ordunun meritokratik bir düzenle olduğuna güven tamdı. Para kazanma kapasitesinin hem kişinin kendi becerilerini hem de içsel bir erdemi yansıttığı düşünülüyordu. Bu nedenle kişinin zenginliğiyle gösteriş yapması onurlu bir davranış olarak kabul görüyor ve hatta bundan gurur duyuluyordu. Ve şöhret son derece saygıdeğer bir ideal olarak algılanıyordu.

Augustine her iki kabule de ateşli bir şekilde karşı çıktı. TANRI DEVLETİ adlı eserinde insan yaşamının mükemmelleştirilebileceği ve toplumların adaletli olduğu yönündeki iki görüşü de masaya yatırdı. Yazdıkları bugün bile içinde yaşadığımız toplumlar açısından geçerliliğini koruyan noktalardı. “İLK GÜNAH” fikrini ilk ortaya atan kişi Augustine’dir. Şu ya da bu kişinin değil, istisnasız bütün insanların kötücül olduğunu, çünkü istesek de istemesek de hepimizin Adem’in günahlarının varisi olduğumuzu öne sürdü.

Augustine’e göre günahkar doğamız “BASKIN LİBİDO” adını verdiği ve hükmetme arzusu olarak tanımladığı kavramı yaratıyordu. Baskın Libido birbirimize ve çevremizdeki dünyaya karşı tutunduğumuz zalim, acımasız ve dar görüşlü tavırlarda bariz olarak ortaya çıkıyordu. Doğru düzgün sevemeyiz çünkü her zaman egomuz ve gururumuz buna engel olur. Muhakeme ve anlama gücümüz son derece kırılgandır. Şehvet gece gündüz yakamıza yapışmıştır. Kendi kendimizi anlayamayız, hayaletlerin peşinden koşarız ve kaygıların esiriyizdir.

Augustine bütün bu felsefecilere yönelik saldırısını noktalarken ağızlarının payını verdi: “Hepsi de şaşırtıcı bir ahmaklıkla bu dünyada mutlu olmayı ve kendi çabalarıyla saadete ermeyi istedi”.

Aslında kulağa üzücü geliyor ama sadece insan olduğumuz için, insanın doğası gereği böylesine çarpık bir düzende yaşadığımızı ve işin içine insan girdi mi zaten hiçbir şeyin doğru düzgün olamayacağını düşünmek belki bir nebze içimizi rahatlatabilir bile. Kaderinde sezgisel olarak erdem ve sevgiyi aramak olan yaratıklarız, ama asla bunları güvencemiz altına da alamıyoruz. İlişkilerimiz, kariyerlerimiz, yaşadığımız yerler tam da arzu ettiğimiz biçimde şekillenmeyebiliyor. Eğer bizim yaptıklarımızın bir neticesinde olmamışsa, zaten önümüze engeller, ta en başından konulmuş da olabilir.

Yaptığımız ve olduğumuz hemen her şeyin mükemmellikten uzak doğasıyla barışmaya ve bu durumu kabullenmeye başladığımız anda bu Augustinyen karamsarlık üzerimizde hissettiğimiz baskıdan bizi biraz kurtarabilir. Kendimizi gereksiz bir cezaya çarptırılarak gadre uğramış veya dışlanmış gibi hissetmemeli, bu halimize öfkelenmemeliyiz. Augustine’in teolojisinde “İLK GÜNAH” dediği şeye inanmasak bile, en nihayetinde insanız, insan olmanın varisiyiz.

Romalılar, en iddialı oldukları dönemde, bir meritokrasiye sahip olduklarına inanıyordu. Bu düzende toplumda en üst basamaklara tırmanan kişilerin bu noktaya kendi erdemleriyle ve hak ederek vardığı düşünülüyordu. İmparator Konstantin’in Hristiyanlığı kabul etmesinden sonra, dünyadaki iktidarın Tanrı’nın yeryüzünde Hristiyanlığı tesis etmek için var ettiği bir enstrüman olduğunu bile öne sürdü.

Buna göre Roma’daki muktedirler sadece ayrıcalıklı insanlar değillerdi, ayrıca Tanrı’nın indinde kutsanmış ve bulunduğu yeri hak etmiş kişilerdi. “Ne kadar kendini beğenmiş, küstah ve zalim iddialar bunlar” diye yanıtladı Augustine. Ne Roma’da ne de dünyanın herhangi başka bir yerinde adalet asla var olmamıştı ve olması da mümkün değildi. Tanrı iyi insanlara zenginlik ve güç vermiş değildi, tıpkı zengin ve güçlü olmayan insanları cezalandırıyor olmadığı gibi.

Augustine İKİ ŞEHİR tarifi yaptı İNSAN’IN ŞEHRİ ve TANRI’NIN ŞEHRİ. Tanrı’nın Şehri bir gelecek idealiydi, nihayet iyilerin egemen olacağı bir çeşit cennet tasviriydi. Burada iktidar düzgün bir şekilde adaletle ittifak edecek ve erdem hükmedecekti. Ama insanoğlu böyle bir şehri asla tek başına inşa edemezdi ve bunu yapabileceğine kendini katiyen inandırılmamalıydı.

İnsanlar gayet kusurlu bir topluma sahip olan İnsan’ın Şehri’nde yaşamaya mahkumdu. Burada para asla düzgün bir şekilde erdemin peşinden gitmezdi. Augustine’in sözleriyle: “Kurucusu ve hâkimi İsa olan bir cumhuriyette bile gerçek adalet yoktur”.

Bu ifade de çok iç sıkıcı gelebilir ama bu yaklaşım bir açıdan da Augustine’in felsefesini hem kendimizin hem de başkalarının başarısızlıkları, fakirliği ve yenilgileri gibi konularda son derece cömert yapıyor. İnsanın başarının somut göstergeleriyle birbirini yargılaması doğru değildir. Bu analiz bir ahlakçılık ve züppelikten fersah fersah uzaktır. İktidar konusunda şüpheci, başarısızlığa yönelik olarak da cömert olmak bizim vazifemizdir.

Bu iki hususun bizi rahatlatması için Hristiyan olmamız da gerekmez. Bunlar siyaset felsefesine ve insan psikolojisine evrensel armağanlarıdır. Yaşamın mükemmel hale getirilebileceğine inanmanın acımasızlığını ve kimi tehlikelerini ve insanın şehrinde fakirliğin ve belirsizliğin en güvenilir kusurlar olduğunu bize her an hatırlatırlar.

 

-oOo-