felsefe

Indiana Jones ve Pascal’ın Bahsi (Crash Course Philosophy #15) | Video

 

Crash Course’un felsefe serisinin on beşinci videosunda, Hank, görece yeni felsefi akımlardan biri olan yararcılığı (pragmatizm) tartışıyor.

 

İyi seyirler…

 

-oo-

 

Küçük olduğunuzda annenizin size ıspanağı yeyip büyüyüp güçlü olmanızı söylediği zamanı hatırlıyor musunuz? Ya da okuldayken, kendinizi sınıfa zamanında gitmeniz için kandırmak için, saati on dakika ileri aldığınızı? Hepimiz yararlı kurgulara bağlıyızdır. Hayatı daha basit yaptığı için inanmayı seçtiğimiz şeyler. Bunu yaptığımızda, pragmatistler olmuş oluyoruz. Pragmatizm doğru inançları bulmanın hayatımızda pratikçe işe yarayan inançlar bulmaktan daha az önemli olduğu teorisine dayanır.

Bu görüşte, ıspanağın gerçekten de kaslarınızın gelişmesine yardım etmesinin bir önemi yoktur; eğer ıspanak yemek hayatınızı geliştirecek ise, ve güçlü yapacağı sizi yemeniz için ikna ediyorsa o zaman bu yararlı bir inançtır, ki tamamen önemli olan da budur.

Pragmatizm nispeten ortaya çıkan felsefi akımlara göre yenidir. Ama en çok bilinen Amikan filozoflarının bazıları, örneğin William James, ve, iddia ederim, Indiana Jones, 17. yüzyıldaki matematikçisi ve filozofu Blaise Pascal ile fikir ortaklığına sahiptir.

Neredeyse her şey hakkında bir pragmatist olabilirsiniz. Bilgi, ıspanak, metafizik, etik ya da şu anda gerçekten 11:30 mu yoksa 11:40 mı olduğu. Ancak Pascal felsefedeki en büyük problemlerden birinde pragmatik bir yaklaşım sergiledi: Tanrı’nın varlığı.

Pascal bir teistti, ki tarihteki rolüne bakıldığında bu kadar da şaşırtıcı değildir. Ancak garip olan şudur ki Pascal’ın argümanının tanrının varlığının gerçek olması ile ilgisi olmamasıdır. Onun yerine, tamamen varlığına dair olan inancın pratik olması ile ilgiliydi. Bu akıl yürütme Pascal’ın Bahisi olarak bilindi, ve gerçekten de dini inanç için bahisçi bir argüman.

Pascal’ın düşüncesi şu şekildeydi: Tanrı var olsun ya da olmasın, mantık bize hiçbir zaman cevap vermeyecektir. Yani kör bir şekilde tanrıya inanmayı ya da inanmamayı seçmelisiniz, seçmekten kaçınamazsınız. Eğer tanrıya inanmayı seçerseniz ve varsa, sonsuz bir ödüle sahip olacaksınız – cennet. Eğer tanrıya inanmayı seçerseniz ve eğer o yoksa, pek de bir şey kaybetmezsiniz. Eğer tanrıya inanmamayı seçerseniz ve eğer o yoksa, yine pek bir şey kazanmazsınız. Eğer tanrıya inanmamayı seçerseniz ve eğer o varsa, sonsuz ceza alırsınız – cehennem. Dolayısıyla, akıllı bahis parayı tanrının varlığına oynamaktır, her zaman.

Pascal, eğer tanrının var olmasına dair ufacık bir şans olsa bile – bu şans çok düşük olsa dahi – sadece bir ahmağın varlığına karşı oynayacağını savundu, mükafatın çok büyük olmasına dayanarak. Tamamlanmamış bilginin karşısında, Pascal, olasılıklara oynamamız, ve bize en büyük yararı ne sağlıyorsa ona inanmamız gerektiğine karar verdi.

Zekice, değil mi? Ancak buna karşı çıkabileceğiniz birkaç yol var.

Pascal’ın matematiği yanlış yaptığını söyleyebilirsiniz – Hayali bir varlığın huzurunda sınırlı bir yolda yürümeyi seçmenin aslında bir maliyeti olduğunu savunarak. Mesela, öteki türlü yapmayı isteyeceğiniz şeyleri kaçırarak – örneğin, Pazar günleri uyumak, ya da heavy-metal-rock yaşam tarzında yaşamak, ya da, bilmiyorum, imrendirici şeyler.

Bu mantıkla, tüm bunlardan gerçek olmadığı ortaya çıkan bir şeyin adına vazgeçtiğinizde kaybetmiş olurdunuz. Ama Pascal, William James gibi, bu akıl yürütme sürecini reddetti, çünkü bir inanan olmakta muhteşem bir kişisel fayda görüyordu. Teistlerin daha iyi yaşamları olduğunu düşünüyordu, Tanrı onları bir tür ödül şeklinde kutsadığı için değil, ancak inancın basitçe doğasında yararların olduğundan – örneğin, dünyanın düzenli ve anlamlı olduğunu hissetmenin güvenliği… Başka birinin her zaman bizi gözetliyor oluşu… Ölümün son olmaması…

Şimdi, dini inancın rahatlatıcı olduğunu kabul etseniz bile, hala Pascal’ın nedenlerini sorgulayabilirsiniz. Bir şeye en güvenli iddia olduğu için inanmak gerçekten de size cennet için bir bilet kazandırır mı? Konu ona inanmak olduğunda tanrı sizden daha az bencil olmanız gerektiğini istemez mi? Pekala, Pascal’a göre değil. Neden ve nasıl inanmayı tercih ettiğinizin gerçekten önemli olmadığını, çünkü aslında, Tanrının sizi kazandığı sürece nasıl kazandığını umursamadığını düşünüyordu.

Tamam, ama sadece manevi paranın olduğu yer olduğu için nasıl kendinizi bir şeye inanmaya adayacaksınız?

Kolay! Pascal eninde sonunda kendinizi doğru inanca inandıracağınızı söyledi, böylece kişisel çıkar olarak başlayan şey eninde sonunda dürüst bir inanca dönüşebilirdi. Ve bunu basitçe, yolu yürüyerek ve konuşmayı konuşarak yaparsınız. Kiliseye gitmeye başlayın. Dua etmeye başlayın. Diğer inananlarla takılın. Başlangıçta garip ve samimiyetsiz görünebilir, ancak zamanla, inanç sisteminizin kökleşmiş bir parçası olacak. Bu bir nevi ne gibi biliyor musunuz? Indiana Jones: Son Macera gibi.

Muhtemelen pragmatik inancı iş başında görmek için pop kültürünün en iyi alegorisi. Tüm Indiana Jones üçlemesi boyunca – dördüncüsü hiç yapılmamış gibi davranacağım – Indy oldukça agnostik bir karakter olarak resmedilmiş. Dini kalıntıları yaşamak için avlar, ancak bu kalıntıların güçlerinin ona “hokus pokus” etkisinde oldukları söylendi. Böylece, Son Macera’nın sonunda, (spoiler) Indy antik bir tapınakta Kutsal Kase’yi bulmayı becerir, bir grup bubi tuzağından kurtulduktan sonra. Ve her bir tuzak bir nevi inancının testidir. Nerede diz çökeceğini, ve Tanrı’nın adını nasıl söyleyeceğini bilmeli, ve bir şekilde hayatta kalacağı umuduyla uçuruma atlaması gerekir.

Indy tüm bu testleri geçer.

Ama sırf birden agnostik olmayı bırakıp tanrıya inanmaya başladığı için değil – en azından bildiğimiz kadarıyla. Onun yerine, sadece yapması gerekeni yapar. Kelimenin tam anlamıyla bir çok değişiklikten geçer. Bunla ilgili olarak, Pascal’ı gururlandıracak bir şey vardır. Çünkü, onun için, muhtemelen Indy eninde sonunda onu gerçekten inanmaya götürecek yoldaymış gibi gözükür.

Şimdi, bazı eleştirilerin belirttiği üzere, gerçekten de kullanılabilir bir inanç sistemine geldiğinde, “başarana kadar kandır”dan daha fazlasına ihtiyacınız olacaktır. Mesela, belki de şu dindar ev halkı tarafından yetiştirilen ancak hiç hissetmeyen çocuklardan biriydiniz. Hepimiz doğumundan beri dini inanç kültürüyle yetiştirilmiş ancak, bu inançları yetişkinler olarak reddetmiş insanları tanırız. Ve bu insanlar için, kendini dine inanmak için zorlamayı denemek sadece etkisiz değil, aynı zamanda bazı ciddi mutsuzluklara sebep olabilir – bir pragmatistin isteyeceğinin tam tersi.

Yani bir pragmatistin, inançsızlar için en iyi tavsiyesi sadece hayatlarını yaşaması gerektiği olabilir. Belki tanrıyı bulur ve belki de bulmazlar, ancak kendini bir ilaçmış gibi kısıtlamak inancı maksimize etmek için iyi bir yolmuş gibi gözükmüyor.

Tamam, yani Pascal tanrıya inanmamız gerektiğini çünkü inancın esasında pratik olarak yararlı olduğunu söyledi. Ama Soren Kierkegaard, 19. yüzyılın Danimarkalı filozofu, daha da ileri gitti. “İnanıyorum çünkü inanmak absürt” diyerek fideizmin en ünlü mirasçılığını üstlendi.

Fideizm dini inancın yalnızca imandan gelmesi gerektiğini savunan düşünce tarzıdır. Argümanlar ve kanıt gibi şeylerin esasında dinle ilgili muhteşem olan şeyi öldürdüğünü söyler – ki o da merak ve gizemdir. Kierkegaard Tanrıya inanç hakkında fantastik olan şeyin neredeyse tamamen irrasyonel olması olduğunu söyledi. Beyniniz ile yapamazsınız. İman sıçraması dediği şeyi edinmeniz gerekir. Ve, yeniden, yeniden Indiana Jones’a dönüyorum.

Son Macera’da Indy’nin son inanç-kamçı-bubi tuzağı testi ile yüzleştiği zamanı hatırlıyor musunuz? Kutsal Kase’yi alması için korkunç karanlık bir çukurdan imkansız bir atlayış yapmayı denemesi gerekir. Yapabileceği bir yol yoktur – bu intihardır. Ama, ortaya çıkar ki, bir köprü vardır. Göremez, ama onun orada olduğunu bulmak için, o adımı atması gerekir. Tamamen mantığa aykırı bir şey üzerinden şansa girmesi gerekir. Bu dinin tamamen ne hakkında olduğudur, Kierkegaard’a göre. Atlarız ve deli gibi Tanrının bizi tutmasını umarız. Ve bilmenin tek yolu ise, atlamaktır. Doğruya ulaşmak için mantıktan feragat etmeliyiz.

Şimdi, size söylemekten nefret ediyorum ama, bu din felsefesi ünitemizin sonu. Bunun hakkında ne düşündüğünüzü yorumlarınızdan duymakta merak ediyorum. Ama gitmeden önce, biraz Flaş Felsefe için Düşünce Balonu’na uğramak istiyorum.

Eski dostumuz Bertrand Russel bir defasında porselen çaydanlığının varlığını öne sürdü, Güneş etrafında dönen Dünya ve Mars arasında bir yerlerde olan. Diyelim ki Dünya’ya geri döndüğümüzde bir grup çaydanlık-çı vardı, çaydanlığın varlığını çürütemediğimiz için, inanmakta haklı olduklarını savunan bir grup kişi. Bunun yanı sıra, muhteşem yapılar inşa etmiş, heykeller dikmiş, şarkılar bestelemiş, haftalık servisler düzenlemiş, ve günlük hayatta teapot’a yardım etmesi için başvurmuşlardır. Ancak diğer herkes çaydanlık-çı’ların gülünç olduğunu düşündü, çünkü çaydanlığa olan inançlarını desteklemek için kanıt yoktu. Onlar için ise, çaydanlık-çılar a-çaydanlık-çıların hiç birinin, çaydanlığın var olmadığını kanıtlayamadığını söylediler.

Teşekkürler, Düşünce Balonu! Vee eminim ki bunun nereye gittiğini görebilirsiniz.

Pragmatizm, ya da iman sıçraması, Tanrı’nın varlığı problemine bir çözüm olabilir, eğer diğer kanıta dayalı argümanlardan tatmin olmadıysanız. Ancak bir şeye avantajlı olduğu için inanmak – ya da sizi mantığa başvurmaktan özgür kıldığı için – hala riskli olabilir. Sonuçta, eğer Tanrıya sıçrayabiliyorsak, aynı zamanda Rusell’ın çaydanlığına da sıçrayabiliriz, ya da Uçan Spagetti Canavarına.

Ya da, daha kötüsü, Tanrı hakkında belirli inançlara sıçrayabilirdik – bazı insanların haklarını reddetmemizi istediği gibi – ya da öldürmemizi. Bu inançların çoğu teistin görüşleri olarak sunulamaz, ancak sorun şu ki, eğer kanıttan ve mantıktan vazgeçerseniz, tüm inançlar felsefi açıdan eşittir.

Neye değer verdiğimize karar vermek için inançlarımızda yargıda bulunmamıza yardım etmesi için kanıt ve gerekçeye dayanırız. Bunu bir kenara atarsanız, ve yalnızca imana geri dönerseniz, dini argümanlarınızın toplamı şu şekilde sonlanacak: İmanlı olmakta karar kıldığım şeylere imanım var. Ve bu durumda, kimse başka birine inancının yanlış olduğunu, ya da tehlikeli, ya da temelsiz, olduğunu söyleyemez, çünkü imanı gerekçelendiremiyorsunuz.

Bugün dini pragmatizm ve Pascal’ın Bahsi hakkında bir grup şeyler öğrendik, ve ayrıca fideizm ve Kierkegaard’ın iman sıçramasını da öğrendik. Bir sonraki sefere varoluşçuluğu öğreneceğiz, ki Kiekegaard’ın ait olduğu düşünülen bir akımdır. Ancak göreceğimiz gibi, varoluşçular bir çok farklı şekilde olabilir.

 

-oOo-