felsefe

David Hume Kimdir? (The School of Life) | Video

 

The School of Life, bu videosunda 18. yüzyıl filozoflarından David Hume’un hayatını ve çalışmalarını inceliyor.

 

İyi seyirler…

 

-oo-

 

18. yüzyıl yazarı olan David Hume dünyanın gelmiş geçmiş en büyük felsefi görüşüne sahip insanlarından biridir; çünkü insan doğasıyla ilgili temel bir gerçeği keşfetmiştir: Mantığımızdan çok duygularımızın bizi etkilediği gerçeğine. Bu bir açıdan muhtemelen bizim öz-algımıza büyük bir hakaret, fakat Hume, bu gerçeği reddetmek yerine onunla başa çıkmayı öğrenirsek hem bireysel, hem de toplumsal açıdan çok daha huzurlu ve mutlu olabileceğimizi düşünmüştü.

Hume, Edinburgh’da 1711 yılında, uzun zamandır varlığını sürdürmüş fakat zengin olmaktan çok uzak olan bir ailede dünyaya gelmişti. Ailenin ikinci çocuğuydu, ve başından beri açıktı ki onun da eninde sonunda bir iş bulması gerekiyordu, fakat hiçbir şey onun isteklerine uymuyordu. Babası ve ağabeyinin mesleği olan hukuku denedi, fakat çok geçmeden bunun oldukça zahmetli ve yaşam boyu ağır çalışma gerektiren bir meslek olduğunda karar kıldı. Edinburgh ve Glasglow Üniversiteleri’nde akademik görev yapmayı düşündü, fakat hiçbirinde iş bulamadı

Böylece bir halk entelektüeli olmak üzere işe koyuldu; kitaplar yazıp, bunları satarak para kazanacaktı. Oldukça zorlu bir işti bu. Büyük umutlar bağladığı ilk kitabı “İnsan doğası üzerine bir inceleme” iç karartıcı bir tepkiyle karşılaştı.

“Hiç bir edebi girişim, benim İnceleme’mde olduğu gibi bir talihsizlikle sonuçlanmamıştır.” diye yazdı. “Basının gözünden bir ölü-doğan gibi düştü, hiçbir farklılık yaratmadan, bağnazlar arasında bir fısıltı bile uyandırmadan.”

Fakat Hume vazgeçmedi. Fark etti ki asıl sorun fikirlerini ifade ediş şeklinde yatıyordu. Ve inatla çalışarak kendini daha kolay ve daha popüler bir tarzda yazmak üzere eğitti. Sonunda bir okuyucu kitlesi elde etti. Sonraki eserleri -popüler tarih kitapları ve titiz deneme koleksiyonları- o günlerin en çok satanları arasındaydı.

Bir parça gurur kırıntısını eksik etmeden söylediği gibi: “Kitap satarak elde ettiğim para önceden İngiltere’de bildiğim bütün yöntemleri aştı; Yalnızca bağımsız olmakla kalmıyor, aynı zamanda zengin de oluyordum.”

 

1. Duygular ve Mantık

Hume’un felsefesi tek bir sağlam gözlem üzerine kuruluydu: Hayatta doğru anlamamız gereken anahtar kavramın mantıktan ziyade duygular olduğu gerçeği. Kulağa tuhaf bir sonuç gibi geliyor. Normalde yapmamız gereken şeyin zihnimizi olabildiğince mantıklı olmak üzere eğitmek olduğunu varsayarız: Kendimizi kanıtlara ve mantıklı düşünmeye adamak ve duygularımızın bizi doğru yoldan uzaklaştırmalarına engel olacağımıza dair yemin etmek.

Fakat Hume neyi hedeflersek hedefleyelim, şu konuda ısrar etti: “Mantık, tutkunun kölesidir.” Duygularımız bizi, analiz ve mantığın beraberinde getirdiği yetersiz sonuçlara nispeten daha çok motive ediyor. Verdiğimiz hükümlerin çok azı gerçeklerin mantıklı bir şekilde sorgulanmasıyla yönlendiriliyor; birini büyüleyici olup olmadığına, boş zamanlarımızda ne yapacağımıza, başarılı bir kariyeri neyin meydana getirdiğine, ya da kimi seveceğimize karar verirken her şeyden çok duygularımızı temel alıyoruz. Mantığın az çok bir yararı olsa da, asıl belirleyici faktörler duygusal hayatımızla ilişkili. Hume’un deyişiyle, tutkularımızla.

Hume, Aklın Çağı olarak bilinen bir dönemde ve çoğu kişinin “insanlığın görkeminin mantık kurmasına dayalı olduğunu” iddia ettiği bir zamanda yaşamıştı. Fakat Hume için insan yalnızca bir hayvan türünden ibaretti. Hume biz insanların, ilginç bir şekilde, sıklıkla mantığa dayalı hüküm vermektense, hükümlerimizden yola çıkarak mantık kurduğumuz gerçeğiyle derinden ilgileniyordu. Bir fikri hoş ya da tehditkar buluyor, ve yalnızca bu kanıdan yola çıkarak onun iyi veya kötü olduğuna karar veriyorduk. Mantık ise sonradan, temeldeki düşünceyi desteklemek üzere işin içine giriyordu.

Hume’un asıl inanmadığı şey ise bütün duyguların kabul edilebilir ve eşit olduğuydu. Bu yüzden kesin olarak tutkuların eğitilmesi gerektiğine inanıyordu. İnsanların daha iyi niyetli, daha sabırlı, kendileriyle daha barışık olmaları ve başkalarından daha az korkmaları gerekiyordu. Fakat bütün bunların öğretilebilmesi için mantıktan ziyade duygulara hitap eden bir eğitim sistemine ihtiyaçları vardı.

İşte bu yüzden Hume halk entelektüellerinin rolüne ve önemine derinden inanıyordu. Bu insanlar -Hume’un nefret ederek büyüdüğü üniversite profesörlerinin aksine- fikirleri, bilgeliği ve anlayışları tutkuya dayalı ifadelerle alevlendirmeliydiler (yalnızca bunu başardıkları takdirde ekmek paralarını kazanabiliyorlardı). Bu sebeple iyi yazmaları, canlı örnekler kullanmaları, nükteli ve cazibeli ifadelere başvurmaları gerekiyordu.

Hume’un görüşü şuydu: Eğer insanların inançlarını değiştirmek istiyorsanız onlarla normal bir felsefe profesörü gibi konuşmak etkili bir strateji olmaz. Duyguları sempati, güvence, güzel örnekler, teşvik ve sanat dediği şey ile yönlendirmemiz gerektiğine dikkat çekiyor, ve ancak bunlardan sonra, birkaç kararlı ruha sahip olanlar için, olayı gerçeklerin ve mantığın temellerine göre uygulayabiliriz

 

2. Din

Hume’un duyguların mantıktan üstünlüğü fikrini göstermek için faydalandığı diğer bir alan da din ile bağlantılıydı. Hume tanrıya inanmanın mantıklı olduğunu düşünmüyordu, başka bir deyişle, tanrısal bir şeyin varlığının lehine olacak zorlayıcı ve mantıklı argümanlar olduğunu düşünmüyordu. Kendisi de agnostisizm -bir Tanrı olabilir, bundan emin olamam- ve hafif teizm -bir Tanrı var, fakat bu benim açımdan pek bir fark yaratmıyor- arasında gidip gelmekteydi. Lakin, kinci bir Tanrı olduğu fikri -ona bu hayatta inanmadığınız için sizi öteki dünyada cezalandırmaya hazır birisi- işte bu fikri acımasız bir batıl inanç olarak görüyordu. Hume’un değindiği asıl nokta dini inançların mantığın bir ürünü olmamasıydı. O yüzden gerçekleri temel alarak onun lehine veya aleyhine tartışmak, sorunun özünü kaçırmak oluyordu.

Birini sağlam argümanlarla bir şeye inanmaya veya inanmamaya ikna etmeye çalışmak Hume’a bilhassa aptalca geliyordu. Bu sebeple kendisi dini hoşgörü düşüncesinin önde gelen savunucularındandı. Din konusunda fikir ayrılığına düştüğümüz insanlara karşı, mantık hatasına düşmüş (dolayısıyla düzeltilmesi gereken) biriymiş gibi davranmamalıyız, bundan ziyade onları tutkulu, duyguları tarafından yönlendirilen canlılarmış gibi varsaymalı ve bize de aynı muameleyi gösterdikleri sürece huzur içinde bırakmalıyız. Din üzerinde mantıklı bir tartışma yapmak, Hume’a göre aptallığın ve kibrin en üst noktasıydı.

 

3. Sağduyu

Hume, teknik olarak “septik” (kuşkucu) olarak bilinen birisiydi -günlük hayatta akla mantığa uygun olan bir çok şeyden şüphe etmeye kendini adamış kimse. Şüphe ettiği şeylerden biri de teknik olarak “kişisel kimlik” diye bilinen kavramdı -kendimizi anlayabileceğimiz ve hayatta akıp giden, az çok elle tutulabilir, sağlam yapılı bir kişiliğimizin olduğu fikri.

Hume öz benlik diye bir şeyin var olmadığına dair dikkat çekti. “‘Kendim’ olarak adlandırdığım yere olabildiğince samimi bir şekilde giriş yaptığımda,” diye mükemmel bir şekilde açıkladı, “her zaman belirli bir algıya veya başka bir şeye rast gelirim; ısının veya soğuğun, ışığın veya gölgenin, sevginin veya nefretin, acının veya hazzın… ‘Kendimi’ asla algıların olmadığı bir zamanda yakalayamam, ve o algı dışında hiçbir şeyi gözlemleyemem.”

Hume, aslında mantığın bize söylediği kadar tanımlanabilir insanlar olmadığımız sonucuna vardı; aynaya baktığımız zaman gördüğümüzü sandığımız kişi değiliz, ya da sıradan bir yolla kullandığımız yanlış yönlendiren “Ben” sözcüğünden ibaret değiliz. “Akıl almaz bir hızla birbirlerinin yerini alan ve bitmek tükenmez bir akım ve hareketin içinde olan farklı algıların oluşturduğu bir demet veya topluluktan başka bir şey değiliz.”

Her ne kadar öfkeden şüphe duysa da, Hume, bizim sağduyuyla edindiğimiz inançlarımıza bağlı olmamızdan oldukça memnundu, çünkü hayata tutunmamızı sağlayan şey onlardı. Her şey hakkında mantıklı düşünmeye çalışmak apayrı bir delilikti.

Hume, Descartes ile dalga geçerdi. Fransız filozof Hume doğmadan 60 yıl önce ölmüştü, fakat hayata kattığı entelektüel etkileri hala oldukça canlıydı. O, mantıklı olmayan bütün düşünceleri kesin olarak kafamızdan atmamız gerektiğini savundu. Fakat Hume yaptığımız neredeyse hiçbir şeyin aslında o kadar da mantıklı olmadığını öne sürdü. Hatta çoğu inancın yalnızca işe yaradığı için kendilerini haklı çıkardığını söyleme cesaretinde bulundu. Bizim için yararlılar, istediğimiz şeyi elde etmemiz için bize yardımcı oluyorlar. Bir inancın asıl sınanması doğruluğunun kanıtlanabilir olması ile değil, kullanışlı olması iledir.

Hume bizim prestijli ama aslında o kadar da önemli olmayan mantıklı gelen belirsizlikle olan hayranlığımıza -bizim de arada sırada ihtiyacımızın olabileceği- bir düzeltme öneriyor; akademik kesinliklere karşı olarak, o sağduyuyu destekleyen; olağan, sıradan ve öğrenilemeyen bilgelikleri savunan şüpheci bir felsefeciydi.

 

4. Ahlak

Hume geleneksel felsefe konusu olan ahlak ile yakından ilgiliydi: İnsanların nasıl iyi olabildiklerinin gizemi. Ahlak anlayışının ahlaki düşünceler olmakla ilgisini olmadığını savundu; erken yaştan itibaren, duygular aracılığıyla hoşgörü ile eğitilmekle alakalıydı bu. İyi biri olmak iyi şeyler hissetmeyi alışkanlık haline getirmek demekti.

Hume nükte, görgü, ve sempati gibi niceliklerin büyük bir savunucusuydu, çünkü bunlar iyi olmak için yapılan diğer mantıklı planlar dışında bir insanın etrafında olmayı güzel kılan şeylerdi. Bir insanın dışarıdan mantıklı gözüküp de iyi olmayabileceği ihtimalini duyduğunda koca bir şok yaşamıştı -burada gene Descartes’ı düşünüyordu- çünkü karmaşık bir argümanı takip edebilme kabiliyeti ya da verilen bilgiden göze batanı fark etmek seni başkalarının çektiği acılara karşı hassas biri yapmıyordu, ya da öfkeni kontrol edebilme becerisi sağlamıyordu.

Tüm bu nitelikleri sağlamak duygularımızın işiydi. O yüzden insanların iyi davranmalarını istiyorsak yapmamız gereken şey eğitimi gözden geçirmekti. Duyguların gelişmelerini etkilemeliyiz; iyiliği, kibarlığı, acıma ve utanç duygularını doğamızın tutkulu tarafını baştan çıkararak teşvik etmeliyiz, kuru ve mantığa dayalı öğütler dağıtmadan.

Hume’un felsefesi her zaman kişisel bir soruya cevap vermek üzere öne çıkmıştır: İyi bir hayat nedir?

Kendisinin ve etrafındaki insanların karakterlerinin en iyisini sağlamak uğruna nasıl bir etkisi olabileceğini bilmek istiyordu ve bir felsefeci için gariptir ki, geleneksel felsefi yöntemlerin bu konuda yardımcı olabileceğine inanmıyordu.

Akademik biri olmasına rağmen, büyük bir kısmı dünyaya ait bir insandı. Bir kaç yıl boyunca Paris’in İngiltere Elçiliğinde danışmanlık yaptı, orada kurnaz zekası hoşgörüyle karşılandı. Etrafındakiler tarafından çok seviliyordu, ve fransızlar tarafından “Le Bon David (İyi David)” olarak tanınıyordu. İnsancıl, kibar, nükteli konuşmacı, özellikle akşam yemeklerinde arz edilen bir yoldaş. “Felsefeci olun, ama bütün felsefenizin ardında insanlığınızı koruyun.” diye ısrar etti.

İşte Hume bu şekilde yaşadı -bir manastırda zekasıyla baş başa bir inzivada ya da fil dişinden bir kulede değil, başka insanların eşliğinde gömülü olarak- akşam yemekleriyle (özellikle kızarmış tavuğa bayılırdı), aşk ve kariyer hakkında sohbet ederek ve tavla oynayarak.

Hume Edinburgh’da, ağustosun 1776 yılında, St. Andrew’s Square’de bulunan evinde öldü. Doktoru son saatlerini Adam Smith’e yazdı- çok uzun zamandır Hume’un arkadaşı olan kişiye.

“Sonuna değin tamamen duygusallığını korudu, ve acı ve sıkıntıdan uzak kaldı. Sabırsızlığın en ufak bir ifadesini bile göstermedi, fakat ne zaman ki etrafındaki insanlarla konuşacak fırsatı bulsa bunu hep sevgi ve şefkat eşliğinde yaptı. O kadar mutlu ve dingin bir zihin içinde öldü ki, hiçbir şey bundan daha üstün olamazdı.”

Hume şu olağanüstü kişi olarak kaldı akıllarda: Felsefenin sağduyudan öğreneceği ne kadar çok şeyi olduğunu bilmek için yaşamış bir felsefeci.

 

-oOo-