felsefe

Jean-Paul Sartre Kimdir? (The School of Life) | Video

 

The School of Life bu videosunda 20. yüzyılın önde gelen yazar ve düşünürlerinden Jean-Paul Sartre’ın hayatını ve fikirlerini inceliyor.

 

İyi seyirler…

 

-oo-

 

Jean-Paul Sartre düşünceyi ve felsefeyi çekici hale getirdi. 1905’te Paris’te doğdu, bir donanma kaptanı olan babası o bebekken öldü. Annesine aşırı bağlıydı ve 12 yaşında annesi tekrar evlenince büyük bir üzüntü yaşadı.

Sartre hayatının çoğunu Paris’te geçirdi ve sık sık Left Bank’teki kafelere giderdi. Göz kayması vardı ve dikkat çeken ağır gözlükler takardı. Oldukça kısaydı (1.61 m) ve kendini sık sık “çirkin” olarak tanımlardı.

60’larda Sartre ve seçtiği felsefe Varoluşçuluk hem Avrupa hem de Amerika’da epeyce ün kazanmıştı. Sartre asıl ününü, Varlık ve Hiçlik (1943) adlı kitapla kazanmıştır ve ünlü olmasını daha çok, insanların onun fikirlerini anlamasına değil, anlamamasına borçludur.

Varoluşçuluk bir kaç önemli içgörü (fikir) etrafında yapılanmıştır.

 

1. Nesneler düşündüğümüzden daha tuhaftır.

Sartre, dünyanın kendini normalde kabul ettiğimizden çok daha tuhaf, tekinsiz ve gizemli bir şekilde ortaya serdiği anlara çok büyük bir dikkat gösterirdi. Bu anlarda dünyayı yorumladığımız gündelik mantığımız işe yaramaz, nesneler çok olumsal (rastlantısal) hatta saçma ve korkutucu görünür.

Sartre’ın ilk romanı Bulantı (1938) bu anların çağrışımlarıyla doludur. Bir noktada, otuz yaşında ve hayali bir Fransız sahil kasabasında, tramvayda yaşayan romanın kahramanı Roquentin elini bir tramvay koltuğuna koyar ama aniden geri çeker, koltuğun tasarımı çok basit ve alışılmıştır, hiç dikkat çekici değildir ama onda tuhaf ve derin bir etki yaratır. “Koltuk” kelimesi bağlamından kurtulur, nesne kendini kökenindeki bütün o tuhaflıkla ortaya serip parlar, Roquentin sanki böyle bir şeyi hiç görmemiş gibidir ve bu nesnenin üzerine insanların oturduğu bir şey olduğunu hatırlamak için kendini zorlar. Ürkütücü bir andır ve Roquentin, Sartre’ın “dünyanın absürtlüğü” dediği şeyi bir anlığına görmüştür.

Böyle bir an tam da Sartre’ın felsefesinin kalbine gider. Sartrecı olmak günlük rutinlerin yüklediği bütün ön yargılardan ve dengeleyici varsayımlardan sıyrılarak yalın varoluşun farkında olmaktır. Sartrecı bakış açısını kendi hayatımızda pek çok biçimde deneyebiliriz. Örneğin, “partnerinizle akşam yemeği” denince aklınıza ne gelir? Böyle bir tanımda her şey yerli yerinde ve mantıklı görünür ama bir Sartrecı üzeydeki normalliği soyup altta yatan büyük tuhaflığı gösterir. Akşam yemeğinin gerçek anlamı şudur: Gezegenin senin üzerinde bulunduğun bölümü uzaktaki bir hidrojen ve helyum patlamasından dönerek uzaklaşırken sen doğranmış bir ağacın tahtaları altına dizlerini kaydırıyorsun ve ölü hayvan parçalarıyla bitkileri ağzına koyarak çiğniyorsun ve yanındaki, ara sıra cinsel organına dokunduğun diğer memeli de aynı şeyi yapıyor.

 

2. Biz özgürüz.

Bu garip anlar kesinlikle kafa karıştırıcı ve oldukça ürkütücüdür ama Sartre bu şeylere dikkatimizi tek bir nedenle çekmek ister: Özgürleştirici boyutları.

Hayat düşündüğümüzden çok daha tuhaf ama aynı zamanda olasılıklar bakımından da çok daha zengindir. Nesneler (her şey) göründüğü gibi olmak zorunda değildir. Özgürlüğümüzü tamamen hayata geçirme sürecinde, Sartre’ın “varolmanın ızdırabı” dediği şeyle karşılaşırız. Her şey (ürkütücü bir biçimde) mümkündür çünkü hiçbir şey Tanrının takdiri anlamında önceden belirlenmemiştir. Bu insanların uydurageldiği bir şeydir ve istedikleri anda bu prangayı fırlatıp atmakta özgürdürler.

 

3. “Kötü niyet”le yaşamamalıyız.

Sartre, özgürleşmeden yaşamak olgusunu, yerleşik ve yerinde bir karşılıkla terimleştirdi. Buna “KÖTÜ NİYET” dedi. Kendimize nesneler (her şey) belirli bir biçimde olmalı deyip, diğer seçeneklere gözümüzü kapattığımızda kötü niyetliyiz demektir.

Kötü Niyet, belirli bir işi yapmaya, belirli bir kişiyle yaşamaya ve belirli bir yeri evimiz görmeye mecbur olduğumuza inatla inanmaktır. ‘Kötü niyet’ in en ünlü anlatımı Varlık ve Hiçlik’tedir: Rolüne kendini aşırı adamış bir garson Sartre’ın dikkatini çeker; adam her şeyden önce özgür bir insan değil de, sanki bir makine garson gibidir. Hareketleri çevik ve istekli, fazla kesin, birazcık fazla çabuktur. Müşterilere doğru gereğinden çabuk adımlarla gelir, onlara doğru can atarak eğilir. Sesi ve gözleri müşterinin siparişini almak için gerekenden çok daha fazla kaygılı ve ilgilidir.

Adam (muhtemelen Saint-Germain’s Café de Flore’de bir garsondu) kendisinin aslen ve kesinlikle bir garson olduğuna ikna olmuş ve aslında bir caz piyanisti, balıkçı veya Kuzey Denizinde trolcü olabilecek özgür bir canlı olduğunu hiç düşünmemiş gibiydi.

 

4. Kapitalizmi ortadan kaldırmakta özgürüz.

İnsanların özgürlüklerini yaşamalarını engelleyen, gözlerini korkutan faktörlerden biri paradır. Çoğumuz bir dizi seçeneğe (yurt dışına taşınmak, yeni bir kariyere başlamak, sevgilimizi terk etmek gibi) “para derdi olmasa yapardım” diyerek kendimizi kapatırız. Para karşısındaki bu pasiflik Sartre’ı politik anlamda öfkeden deliye döndürdü: “Kapitalizm gerçekte var olmayan ihtiyaçlar yaratmak için tasarlanmış dev bir makinedir. Kendimize belirli bir ürün veya hizmeti satın almak için kaç saat çalışmak zorunda olduğumuzu söyleten şeydir. Yani böylece özgürlükten vazgeçiliyor ve başka türlü yaşama ihtimalini de hiç ciddiye almamamız gerekiyor.” dedi.

Bu görüşleri nedeniyle Sartre, hayatı boyunca Marksizme ilgi duydu. Marksizm, yaşamlarındaki materyalist kaygıları azaltarak insanların özgürlüklerini keşfetmelerine, teoride izin veriyor gibiydi.

Sartre 60’lı yıllarda, Paris sokaklarında birçok protestoya katıldı. ’68 de tekrar tutuklandığında, Cumhurbaşkanı Charles de Gaulle, onu şöyle diyerek affetti: “Voltaire tutuklanamaz”.

Sartre, Fidel Castro ve Che Guevara’yı ziyaret etti ve onlara derin hayranlık duydu. Bu bağlantıları ve radikal görüşleri nedeniyle FBI onunla ilgili kalın bir dosya tuttu ve onun bu şüpheli felsefesinin gerçekte ne anlama gelebileceğini çözmeye çalıştı.

Sartre’ın “Nesneler (her şey) göründüğü gibi olmak zorunda değildir” düşüncesi ilham vericidir. O, bizim bireyler ve tür olarak ulaşamadığımız potansiyelimize canlılık katar. Bizi varoluşun akışkanlığını kabul etmeye zorlar, ve bize yeni kurumlar, alışkanlıklar ve bakış açıları oluşturmamızı söyler.

Her şeyin önceden belirlendiği düşüncesinin anlamsız olduğunu kabul etmek gelenek ve mevcut koşulların baskısından bunaldığımızda bize büyük bir rahatlama verir.

 

-oOo-