bilim

Işınlanma hakkında küçük bir kılavuz: Ölmemek için ne yapmalıyız?

 

Orta vadede hayatımıza girmesi beklenen teknolojilerden biri de ışınlanma. Belki şu an 20-30’lu yaşlar civarında olan kişiler için pratik kullanımına şahit olmak mümkün olmasa da olası gelişmeler için hazırlıklı olmakta fayda var. Işınlanma bulundu diye ilk yapacağımız şeyin “ışınlanmak” olması gerekmiyor. Olayın bilimsel tarafı kadar, metafiziksel kısmı da halen tartışmaya açık.

Kuantum fizikçileri için ise: – Diyelim ki kuantum dolanıklığını buldunuz. Ne yapardınız?

– Dolanırdım (görsel: Balık Kafası)

Tabii halihazırda var olan seyahat imkanları düşünüldüğünde, milletçe asıl derdimizin asla ışınlanma olmadığı ortada. Tekme yemeden otobüse binemiyoruz; metroda böbreğimize demir saplanır mı diye kaygılanmadan edemiyoruz. Her an bir taksici tarafından şehir turuna dahil edilebiliriz. Bir dolmuş ayağımızı çiğneyip, sonra ayağımız çiğnendi diye kafamızı demirle kırabilir. Su altından geçen tüplerde, sızan suyu seyrederek hülyalara dalabiliriz. Kırkbeş dakikalık feribot seferi için altıbuçuk saat beklerken yaşadıklarımız ciltler doldurur. Otobüslerde, biri suratımıza boşalır mı diye düşünerek uykusuz kalabiliriz.

Toplu taşıma her geçen gün daha tehlikeli hale geliyor

Bunlar düşünüldüğünde, ışınlanma makinasına sinek girer de, el alemin suratına bakamayacak hale gelir miyiz diye düşünmek tuhaf kaçabilir elbette ama, yarın öbür gün pardösülü, bıyıklı, karanlık bir tip yanınıza yanaşıp, “Şş, bilader, ışınlanmak ister misin?” dediği zaman boş bulunmamak için yine de hazırlıklı olmakta fayda var.

Mars’a üç dakikada gitmek ister misin? (görsel: Upriise)

Eğer, “büyülü bir şekilde” bir yerden bir yere seyahat etme ve benzer masalsı, efsanevi ve benzeri hikâyeleri atlarsak, Edward Page Mitchell tarafından, 1877 tarihinde yazılan “The Man without a Body” [Bedeni Olmayan Adam] bu türe ait ilk örnek gibi görünüyor. Hikâyede, elektrik dalgaları sayesinde kablolar boyunca ses titreşimlerinin iletilmesi şeklinde, atomların da “titreşimlerinin” kablolar boyunca iletildiği bir icattan bahsediliyor. Cihaz, maddenin kendisini değil, maddenin Plutonik anlamda ideasını ileterek, karşı tarafta başka atomları aynı şekilde birleştiriyor. Bu bakış açısının, kuantum dolanıklığı kullanılarak yapılan güncel ışınlama deneylerine olan ilkesel benzerliği oldukça şaşırtıcı. Bilimkurgu tarihine merakınız varsa, hikâyenin tamamını ve Mitchell’in diğer hikâyelerini burada bulabilirsiniz.

Işınlanma için güncel fikirler iki şekilde. Maddenin kuantum durumlarının teleportasyonu veya maddenin kendisinin teleportasyonu. Elbette, maddenin kendisinin teleportasyonu derken de birkaç ayrı yaklaşımdan söz edilebilir. Örneğin, bir cismin parçalarına ayrılarak veya ayrılmadan, ışık hızına yakın hızlarda, bir noktadan diğerine iletilmesi gibi. Ancak bu ulaşılması hiçbir zaman mümkün olamayabilecek miktarda enerji gerektireceğinden ve aradaki uzayın kat edilmesi sırasında doğacak göreli zaman genleşmesi nedeniyle, şu anki bilgilerle akla pek yatkın denemez.

Solucan delikleri, kağıt israfından başka bir şey değil

Diğer taraftan, cismin kendisinin uzay-zamanı kat etmediği, ama cisim ve seyahat edilmek istenen nokta civarındaki uzay-zamanın bükülerek, yani bir solucan deliği ile seyahat ise, tekrar, solucan delikleri oluşturabilmek için gereken astronomik enerji miktarı ve solucan delikleri içerisindeki tekilliklerin bu tür seyahatlere izin verip vermeyeceği konusundaki belirsizlikler nedeniyle, deneysel bilimin şu an için dışında kalıyor. Madde teleportasyonu için güncel olarak en fazla umut vadeden yaklaşım, maddenin süperakışkanlar içerisinde, atomların bir noktadan diğerine iletilmesi şeklinde.

Bununla beraber, kuantum dolanıklığı, halihazırda diğerlerine göre daha fazla umut verici bir durumda. Buradaki ilke şu şekilde: Öncelikle, kuatum dolanıklığına sahip parçacıklar üretilir. Daha sonra, transfer edilmek istenen parçacık, önceden üretilen parçacıklardan biri ile etkileşime sokulur. Bu etkileşim sayesinde, transfer edilmek istenen parçacığın kuantum durumu tam olarak seyahat edilmek istenen noktadaki parçacığa transfer edilmiş olur. Ancak, bu transfer, ışıktan hızlı bir şekilde gerçekleşemez ve orijinal parçacık etkileşim sırasında kuatum durumu bilgilerini kaybeder. Bu yaklaşıma ait deneyler halihazırda fotonlar ile gerçekleştiriliyor. Diğer parçacıklar veya atomlar ve moleküller konusunda ise yargıya varmak için henüz erken.

Sahte bilim ve kuantum dolanıklığı ile her şey mümkün!

Burada, modern fizikteki gelişmelerden ayrı olarak bizi ilgilendiren kısım ise, ilk olarak ışınlama sırasında, orijinalin ya parçalara ayrılması ya da yok oluyor olması. Farklı bilimkurgu eseleri, olaya farklı şekillerde yaklaşıyor. Bunlara bir göz atmakta fayda var.

Teleportasyonu (jaunte’lemek) bir ana kurgu ögesi olarak kullanan Kaplan! Kaplan!’da [Stars my Destination] ise, kişilerin “jaunte”lerken bedenlerinin hangi şekilde bir yerden başka bir yere gidebildiğinin ayrıntıları verilmiyor. Bu tür yaklaşımlara, bir çeşit “büyülü ışınlanma” denebilir. Bu elbette asla bu harika eserin değerini azaltan bir niteleme olarak değil, yalnızca konunun ayrıntılarına yaklaşım konusundaki bir tercihin tespiti olarak görülmeli. Birçok bilimkurgu eserinde, konuya buna benzer şekilde ayrıntıları belirsiz olarak yaklaşılıyor.

Önemli olan işlevleri değil, ne kadar çok düğmeye ne kadar kısa sürede basabildiğiniz

Stephen King’in “The Jaunt” adlı kısa öyküsünde ise, ayrıntılardan bahsedilmekle beraber, kurgu anlamında önemli başka noktalar belirsiz bırakılıyor. Bu öyküdeki teleportasyon cihazları, maddeyi, parçacıklarına ayrılmak zorunda olmadan, bir portaldan diğerine, aradaki mesafeden bağımsız olarak iletiyor. Hikâye, diğer ışınlanma örneklerinden biraz farklı bir şekilde, teleportasyonun bilinç üzerine etkisi kurguda önemli bir yer tutuyor. Canlıların teleportasyonu için, canlının mutlaka bilinçsiz olması gerekiyor, çünkü iki portal arasında, bilincin kavramasının mümkün olmadığı bir “sonsuzluk” var. Bu nedenle, ticari uygulamada, seyahat eden kişilere portala girmeden önce narkoz uygulanıyor. (Hikâyeyi buradan okuyabilirsiniz.)

Bu hikâye, aynı zamanda kendisinden daha erken tarihli Arthur C. Clarke’a ait Travel By Wire!’ın, daha ciddi ve biraz daha gerçekçi halidir denebilir. Clarke da, benzer bir gelişim sürecinden geçerek yapılan benzer bir cihazdan bahseder. Öykü her ne kadar esprili bir dille yazılmış olsa da, benzer kaygılar burada da mevcuttur; hatta ışınlanmanın tehlikeli yanlarının, trafik kazalarıyla kıyaslanması (ve görece olarak önemsiz bulunması), öyküyü, en azından bu anlamda daha gerçekçi kılar. Ancak sonuç olarak, muhtemelen trafik kazaları da King’in dilinden çok daha dehşetengiz olacaktır (Clarke’a ait hikâyeyi burada görebilirsiniz) Herşeye rağmen, King cihazın kendisi hakkında daha fazla ayrıntı verir.

Altın Kitaplar, 512 sayfalık kitabı, çeviri sanatında bir sığır açarak 384 sayfaya indirmeyi başardığı için “The Jaunt” adlı öyküyü, parasını vermiş olmanıza rağmen okuyamadınız

Ancak yine belirtmeden geçemeyeceğim bir şekilde, Jaunt, portallara aynı anda hem “içine girip, içinden çıkılan” bir mekân ve “daha içine girerken, karşı taraftan çıkılan” yani arasında durabileceğiniz bir iki boyutlu geçit şeklinde yaklaşıyor. Eğer yalnızca birinci yaklaşımda bulunuyor olsaydı, öyküye ait bir iç çelişkilden bahsedemezdik, ancak, ikinci durumda, “beynin hangi kesitinde” (sonuçta dışarıdaki kişi için portallar iki boyutlu yüzeyler) sorunun yaşandığından bahsetmemesi, veya kimsenin merak etmemesi tuhaf görünüyor.

“İçeride bir sonsuzluk var!” – Rudy Foggia

1957 yılında yayımlanan The Fly [Sinek] adlı kısa öyküde ise Delambre, teleportasyonu, bir tarafta disentegratör [parçalayıcı], diğer tarafta ise entegratör [birleştirici] kullanarak gerçekleştiriliyor. Yani, ışınlanan cisim, ışınlanabilmesi için parçacıklarına ayrılıyor. Ancak süreç sırasında araya karışan bir sinek gibi küçük ve beklenmedik bir değişken, felakete neden olabiliyor. Neyse ki en azından amipler sıkıntı yaratmıyor.

Uzay Yolu’nda ise, teknoloji ilerlediği içim artık bu sorunla karşılaşmıyoruz. “Işınla bizi Scotty!” dediğinde, Kaptan Kirk’ün parçalarına ayrılarak can verdiği, ışınlandığı noktada ise Kaptan Kirk gibi görünen, Kaptan Kirk gibi düşünen, Kaptan Kirk’ün anılarına sahip bir kopya mı beliriyor, yoksa zaten Kaptan Kirk’ün tanımı bu olduğu için sorunun kendisi mi anlamsız? Kaptan Kirk dışıdaki kişiler için, Kirk’ün bulunduğu noktadan başka bir noktaya seyahat etmiş olması dışında değişen bir şey yok.

Kaptan Kirk, 3+1 boyutlu, rölativistik sinir krizi geçirirken

Teleportasyon Paradoksu (veya Çoğaltma Paradoksu – [Duplication Paradox]) olarak adlandırılan sorun, Derek Parfit (1942- ) tarafından ortaya atılmış olmasına rağmen, 1775 gibi erken tarihlere uzanıyor. Thomas Reid (1710-1796 -felsefe yapmak ömür uzatıyor sanki), Lord Kames’e gönderdiği mektupta şöyle diyor:

Beynim orijinal yapısını kaybettikten sonra ve aradan birkaç yüzyıl geçip, aynı materyal ilginç bir şekilde zeki bir varlık oluşturacak şekilde tekrar imal edilse, ben, o varlığın ben olduğumu mu, yoksa, eğer aynı yöntemle beynimden iki veya üç varlık imal edilse, hepsinin ben olduğumu ve sonuç olarak hepsinin tek ve aynı zeki varlık olduğunu mu söylemem gerektiği konusunda majestelerinin fikrini öğrenmekten çok memnum olurum.

[belki de uzun cümle kurmak ömür uzatıyor, insan cümlesini orta yerinde ölmemeye çalışıyor olabilir]

Reid’in sözleri, neredeyse The 6th Day’in [Altıncı Gün] senaryosunu özetler gibi. Bu düşünce çizgisi, daha pek çok sorunun doğmasına neden oluyor. Örneğin, disentegrasyon-entegrasyon ile oluşacak bilinç problemi, “orijinalin” anılarına da sahip olacak bir klon çerçevesinde düşünüldüğünde, bilincin aynı anda iki vücutta bulunmayacağı, iki ayrı vücutta, iki ayrı bilincin bulunacağını düşünmek doğal bir hale geliyor. Bu örnekte, ölen bir kişiden, gelecekteki tuhaf bir teknoloji sayesinde, tüm anılar da dahil olmak üzere yapılacak bir kopyanın, yalnız ve ancak görünürde, kopyalanan harici kişiler nezdinde bir çeşit ölümsüzlük gibi algılanacağı, ancak klon ve orijinal bir arada da bulunabileceği için orijinal bilincin, klona taşınmayacağı açıkça görülebilir. Ancak bu durum teleportasyondaki “orijinale ait orijinal kuantum enformasyonunun” aktarılması veya “tüm orijinal atomların, orijinalde bulundukları halleri ile” aktarılması noktalarında ayrılır denebilir. İkinci durumda, zaten madde de orijinaldir; kuantum teleportasyonunda ise, kuantum enformasyonunun çıkarılması, orijinali yok eder ve kuantum teorisine içkin, ölçüm problemleri nedeniyle bu sırada başka kopyalar oluşturulamaz, zira ölçümün kendisi bu enformasyonu yok eder; enformasyon yalnızca transfer edilebilir.

Bu filmde Arnold olmasa, muhtemelen kült olurdu. Arnold’dan derin bir film beklemiyorduk (görsel: IMDB)

Bu da bizi, “orijinal olan nedir?”, “bir cismin, onu o cisim yapan özelliği” nedir sorularına getiriyor. Cisimler için kendiliklerinin zaten sahip oldukları kuantum durumları veya kuantum bilgisi olarak düşünülebilir. Bu durumda, geride kalan veya karşı tarafta kullanılan parçacığın bir önemi kalmaz. Ancak bu şekilde düşünmek için bir nedenimiz var mı? Veya, ışınlanan kişi, önce atomlarına ayrılıyor olsa bile, daha sonra her atom tam olarak aynı yere aynı şekilde yerleştiriliyorsa, bu birleşim için “bir kopyadır” diyebilir miyiz?

Parçalanma ve geri birleştirilme konusu oldukça geriye gidiyor. Plutark (MS 46-120), Yaşamlar adlı eserinde, Theseus’un gemisi ve dönemin felsefesine etkisini şu şekilde anlatıyor:

Theseus ve genç Atinalıların, Crete’den döndükleri geminin otuz küreği vardı ve Atinalılar tarafından Demeritus Phalereus (MÖ 350-280) zamanından beri, çürüyen kalasların sökülüp yerine yeni ve daha dayanıklı tahtaların yerleştirilmesi ile korunuyordu; öyle ki gemi filozoflar arasında, büyümekte (değişmekte) olan şeyler hakkında, bazılarının geminin kendisi olarak kaldığını savunduğu, diğerlerinin ise geminin değiştiğini (aynı kalmadığını) söyleyerek karşı çıktığı mantıksal sorunun nesnesi haline geldi.

Daha sonra Hobbes (1588-1679), soruyu, gemiden çıkarılan eski parçaların muhafaza edilip, birer birer başka bir yerde birleştirilmesi ile oluşacak geminin mi, yoksa yenilenmekte olan geminin mi orijinal olarak nitelenmesi gerektiğini sorarak ilerletmiş.

Benzer bir paradoks olarak Yığın Paradoksu gösterilebilir. Bir kum yığınından, tek tek taneleri alırsak, hangi noktada artık “bu bir yığın değildir” demeliyiz? Tek kum tanesi alırsak, halâ yığındır; öyle ise bir tane daha alırsak, halâ yığındır, o zaman bir tane daha alabiliriz … Bu düşünce süreci bizi “tek kum tanesi bir kum yığınıdır” çıkarımına götürür.

Kum tanesi, kum yığınına eşit olamaz diyorsunuz ama, T-1000 sizin gibi düşünmüyor (görsel: Vfxblog)

Her iki paradoksun ortak noktası ise, üstü kapalı olarak insan algısına yönlenmeleri. Theseus’un Gemisi’nde, zaman değişkenini ortadan kaldığımızda “bu geminin aynısından bir tane yaptık, hangisi orijinal?” sorusuna dönüşür ve soru işareti ortadan kalkar. “Yığın” kelimesinde de benzer bir şekilde, bir çocuk olarak kelimenin anlamını kavrarken karşılaşılan örneklerde sayısal veri yerine, göz kararı, ortalama verilerden ve kıyaslardan yola çıkıldığı için, tek tek taneler olmasa da “bu bir tanedir, yığın denemez”, “buna yığın denebilir ancak çok küçük bir yığın”, “bu bir yığındır” ve “bu büyük bir yığındır” gibi karşılaştırmalı örneklerde, en azından benzer kültürler içerisinde uzlaşmalara ulaşmak kesinlikle mümkündür. Bu nedenle, karşılaştırma amaçları için uygun olsalar da, durumu birebir karşılamaları beklenmemeli.

Bu soruyu, daha da ileri götürerek, insanlar için nasıl algılanması gerektiği sorulabilir. Söz gelimi, ilerleyen teknoloji ile, bir insanın örneğin kolu, biyonik bir kol ile değiştirilsin. Kişi elbette aynı kişi olacaktır denebilir; sonuçta hiçbir insan, o insanın kolu olmaya indirgenemez. Ancak bu deneye devam ederek, tüm uzuvları, daha sonra tüm organları teker teker değiştirilmeye devam etsin. Hâlâ, kişinin, başka birine dönüştüğünü söylemek güç, yapay kalp, yapay kulaklar ve benzeri organ nakilleri de halihazırda modern tıbbın yetenekleri dahilinde. Ta ki, beynine gelene kadar.

Belki burada %10’u kullanılan leziz bir beyin vardır (görsel: Pinterest)

Beynini ise, bir defada değil, parça parça değiştirdiğimizi düşünelim. Örneğin, motor hareket kontrolünden sorumlu motor korteksi, yapay bir entegre devre ile değiştirelim. Sonuçta, kolumuzu hareket ettirmek için yolladığımız sinyalin, kişiliğimizde ne kadar etkisi olabilir? Burada işler biraz daha karışık hale geliyor, çünkü örneğin motor korteks, belli ölçüde, hareketi gerçekleştirmek için iletilen sinyallerin yanında, “o hareketi düşünmek, planlamak” görevini de görüyor. Şu durumda, artık, “kişinin kararı”, “kişinin eylemi” denen şeylerden, makinalar pay almaya başlıyor. Elbette, daha derin bir tıp bilgisinin aksini iddia etmesi mümkün [cahilim demenin kibar yolu]. Veya ilerleyen teknoloji bu ikisini de birbirinden ayırabilecek hale gelebilir. Ancak sıra eninde sonunda “karar veren”, “kararsız kalan”, “karar değiştiren” olaylardan sorumlu bölgelere doğru geldikçe, ayrımlar giderek bulanıklaşır.

Devam etmek için, her organik parçanın, her koşulda aynı şekilde çalışan yapay kopyaları ile değiştirilebileceği gibi idealize bir varsayımda bulunalım. Böylece her parça tam olarak kopyası ile değişmiş ve elimize gıcır gıcır, daha ambalaj kokusu gitmemiş bir insan geçsin. Bu insan, bizim tanıdığımız, bildiğimiz kişi midir? Belki de bizi bir tarafa bırakıp, kişinin gözünden bakmak gerekir. Ne de olsa, Kirk’ün mürettebatı için de değişen pek bir şey yok. Önemli olan Kirk’ün ne yaşadığı.

Peki ama kuantum fizikçileri bu karizmayı ışınlayabilecek mi? (görsel: EW)

Bu fikir yürütme çizgisinde atlanan ve Stephen King’in öyküsünde değindiği nokta, “süreklilik”. Bu, kim olduğundan artık pek de emin olamadığımız kişi, değişimleri, bilinci bir an olsun kesintiye uğramadan, büyülü bir operasyon zinciri ile mi geçirmektedir? Beyne ait parçalar birer birer, keyfi derece gelişmiş teknolojik parçalar ile değiştirilirken, operasyonlardan birinde uyutulduğu ve o bilincin tekrar uyanmadığı, o bilincin bıraktığı noktadan devam eden, ancak öz gözlem açısından devam etmemiş bir çizgi olup olmadığını kestirmek mümkün değil gibi görünüyor. Ayrıca, “uyku”, “uyutulmak” kelimelerinin cazibesine de kapılmaktan sakınmak gerek, çünkü gündelik anlamdaki uyku, beynin tüm işlevleri göz önüne alındığında, kesinlikle kesintili bir süreç değil; gerektiğinde bilinci uyanmaktan alıkoyan, gerektiğinde ise ani bir şekilde uyandırmaktan çekinmeyen bir mekanizmadan bahsediyoruz. Bu durum, birebir aynı olmamakla beraber, narkoz için de geçerlidir. Beyin motor fonksiyonları durdurulmaz, “bastırılır”. Ancak bizim ideal operasyonlarımızda dahi, bu fonksiyonların düzenlendiği merkezlerin değiştirilmesi sırasında kaçınılmaz olarak kesintiler yaşanacaktır. Problem, bu kesintilerde vücut bulur.

Problemin aşikâr çözümü olarak, gelecekte bilincin ne olduğuna dair açık ve seçik ve daha önemlisi matematiksel bir bilinç kuramına ulaşırsak, çözümlerin veya yapay bilinç ile yapılacak deneylerin, bizi şüpheye yer bırakmayacak şekilde aydınlatacağı öne sürülebilir. Kolay veya zor, tehlikeli veya değil, hiçbir problemin, bilimsel yöntem ve insan zekâsı karşısında zafer şansı olduğunu düşünmek için bir neden yok.

Ancak aşikâr olmayan durumlar için, üzerine düşülmesi gereken “süreklilik” kavramı gibi görünüyor. Kirk, parçalarına ayrıldığında ölüyor, ve ışınlandığı noktada, onun kaldığı yerden devam eden “yeni bir kişi” oluşuyor diye düşünmemek basit bir neden bulunmuyor. Aynı durum kuantum enformasyonu ile yapılan teleportasyonlar için geçerli. Işınlanan gözlemci açısından, kişiye ait fiziksel maddeye ait tüm yaşamsal özelliğin sıyrılıp alınması ile kişinin öldüğü, daha sonra, aynı konfigürasyon ile, her ne kadar kusursuz olsa da, yeni bir kişinin oluşturulduğu iddia edilebilir. Bu konuda yapılabilecek bir deney, sürekliliğin kesintiye uğrayıp uğramadığını test etmek olacaktır.

Sinek filminin aksine, güncel Hollywood filmleri bizleri bu tür bir kazanın, inanılmaz süper güçlere neden olacağına ikna etmiş bulunuyor (görsel: Twinmaker)

Işınlanan kişinin, ışınlama işleminin ani olmaması [instant] ve ışık hızında veya daha yavaş, dolayısı ile “belli bir süre tutarak” meydana gelmesi sırasında sahip olduğu bir deneyimi var mıdır? Örneğin, her ne kadar vahşi görünecek olsa da, kişi varış noktasına ışınlanırken, örneğin, bir parmağına ait ögeler (enformasyon/parçacık) alıkonulsa, kişi varış noktasına ulaştığında, transfer sırasında yok olan parmağına dair bir anıyla mı gelir, yoksa geldiği anda mı farkına varır? Veya, farklı teleportasyon rotalarını ayırt edebilir mi? Teleportasyon bilinçli olarak geciktirilirse, geçen sürenin değiştiğini fark edebilir mi?

“Ben o makinaya adım atmazdım” -Prof. Dr. John Clauser

Kuatum ölçeğindeki zaman süreksizliği, en kısa yolcuğulun dahi bu süreden daha uzun süreceği gerçeği (yani iki Plank zamanı arasına sıkıştırılamayacağı için – yaklaşık 5.39 × 10-44 s) bizi sorudan kurtarmaz. Vücudumuzdaki atomların, hücrelerimizin, hatta fikirlerimizin zaman içerisinde tamamen değişmesi sırasında sabit kalan tek şey, makro ölçekteki süreklilik olduğu için, teleportasyon sırasındaki sürekliliğe işaret eden her bulgu, bilincin korunduğuna dair fikirleri güçlendirecektir.

Bu konuda herhangi bir bulgu elde edilene kadar, kişisel olarak ben otobüsü tercih etmenizi tavsiye ederim. Ancak uyumamaya gayret edin.

Kaynaklar:

4 Logical Paradoxes!! @Youtube

6th Day, The @IMDB

Fabric of the Cosmos, The: Quantum Leap @IMDB

Fly, The – George Langelaan @Wikipedia

Jaunt – Stephen King @RAOST

Jaunt, The – Stephen King @Wikipedia

Kabloyla Seyahat Edin! – Arthur C. Clarke @RAOST

Planck time @Wikipedia

Quantum teleportation @Wikipedia

Science of Teleportation Explained, The @Youtube

Ship of Theseus @Wikipedia

Sinek – George Langelaan @RAOST

Sorites paradox @Wikipedia

Stars my Destination (Tiger! Tiger!) – Alfred Bester @Wikipedia

Teleportation in fiction @Wikipedia

Teletransportation Paradox @Wikipedia

Transporters and Quantum Teleportation @Youtube

Travel by Wire! – Arthur C. Clarke @Wikipedia

Trouble with Transporters, The @Youtube

Vücudu Olmayan Adam @RAOST