edebiyat

George Langelaan’ın Sinek adlı öyküsü karşınızda!

 

◄ Bir önceki bölüm Bir sonraki bölüm ►

 

IV.

Ancak eve varıp, garajdan eve doğru yürürken zarfın üzerindeki yazıyı okudum:

İLGİLİ KİŞİYE

(Muhtemelen Commissaire Charas)

Hizmetçilere yalnızca hafif bir akşam yemeği istediğimi ve sonrasında da rahatsız edilmek istemediğimi söyleyerek üst kata koştum; Helene’in zarfını çalışma masama attım ve panjurlarla perdeleri kapatmadan önce bir kez daha odayı dikkatlice gözden geçirdim. Tüm bulabildiğim tavana yakın bir noktada duvarda kalakalmış, ölü bir sivrisinek oldu.

Tepsiyi şöminenin oradaki masalardan birine koymasını rica ettikten sonra, kendime bir kadeh şarap koydum ve kapıyı arkasından kilitledim. Daha sonra telefonun kablosunu çıkardım – artık bunu her gece yapıyordum – ve çalışma masamdaki hariç tüm lambaları söndürdüm.

Helene’in şişkin zarfını keserek açtım ve sıkı bir düzen ile yazılmış sayfaları çıkarttım. En üst sayfada, muntazam bir şekilde sayfayı ortalayarak yazılmış aşağıdaki satırları okudum:

Bu bir itiraf değildir, zira eşimi öldürmüş olmama rağmen, ben katil değilim. Ben, onun kolunu ve kafasını kardeşinin fabrikasındaki buhar çekicinin altında ezerek, basitçe ve sadakatle onun son isteğini yerine getirdim.

Şarap kadehine dokunmadan sayfayı çevirdim ve okumaya başladım.

Ölümünden neredeyse bir yıl önce (diye başlıyordu elyazması), eşim bana bazı deneylerinden bahsetmişti. Havacılık Bakanlığı’ndaki meslektaşları onu, çok tehlikeli olduğu için bazı deneyleri yapmaktan men etmiş olsalar da, keşfini raporlamadan önce bazı pozitif sonuçlar elde etmek istiyordu.

O zamana kadar, boşlukta radyo ve televizyon ile yalnızca ses ve görüntü iletilebilmiş olmasına rağmen, Andre maddeyi iletebilmenin bir yolunu bulmuş olduğunu iddia ediyordu. “Verici”ye yerleştirilen madde, herhangi bir katı cisim, anında parçalanıyor ve özel bir alıcıda tekrar birleştiriliyordu.

Andre, keşfinin, bir ağaç gövdesinin dibinden ilk tekerleğin elde edilmesinden beri yapılmış en önemli keşif olabileceğini düşünüyordu. Maddenin parçalama-birleştirme ile anında iletilebilmesinin, bildiğimiz anlamdaki yaşam şeklini tamamen değiştireceğine hükmetmişti. Bu, bildiğimiz tüm nakil yöntemlerinin, yalnızca yiyecekler de dahil olmak üzere her türden eşya için değil, aynı zamanda insanlar için de sonu demek oluyordu. Teoriler veya hayallerin hiçbir şekilde aklını çelmesine izin vermeyen uygulamalı bilimci Andre, halihazırda uçaklara, gemilere, trenlere ve arabalara, dolayısıyla yollara, tren raylarına, limanlara, havaalanlarına ve istasyonlara ihtiyaç duyulmayacak bir geleceği öngörmüştü. Dünya çapında tüm bunların yerini, madde alıcısı ve vericisi olan istasyonlar alacaktı. Yolcular ve eşyalar özel kulübelere yerleştirilecek ve verilen bir sinyal ile yok olup neredeyse aynı anda seçilen alıcı istasyonunda yeniden belirecekti.

Andre’nin alıcı seti, vericisinden yalnızca birkaç metre ötede, laboratuvarın yan odalarından birindeydi ve başlangıçta birçok engelle karşılaştı. İlk başarılı denemesi, İngiltere seyahatinden bir anı olarak sakladığı, masasında duran bir kül tablasıydı.

Bu, bana deneylerinden ilk kez bahsettiği zamandı ve eve koşup kül tablasını kucağıma attığı sırada, neden bahsettiği konusunda hiçbir fikrim yoktu.

“Helene, bak!” Saniyenin küçük bir kesri boyunca, en fazla on milyonda biri, bu kül tablası tamamen parçalanmıştı. Çok kısa bir an boyunca yok olmuştu! Gitmişti! Hiçbir şey kalmamıştı, hiçbir şey! Sadece uzayda ışık hızında hareket eden atomlar!.. Ve bir an sonra, atomlar kül tablası şeklinde yeniden bir araya geldi!”

“Andre, lütfen… Lütfen! Ne saçmalıyorsun?”

Yazmakta olduğum mektubu alıp üzerine bir şeyler çiziktirmeye başladı. Alaycı bir ifade olan suratıma bakıp güldü ve masanın üstünde duran bütün mektupları yere süpürerek dedi ki:

“Anlamıyor musun? Tamam. Baştan başlayalım. Helene, sana bir ara okumuş olduğum, aniden beliren ve Hindistandaki belli evlerin üzerine düşen uçan taşların gizemi ile ilgili makaleyi hatırlıyor musun? Tüm pencere ve camlara rağmen, sanki dışarıdan atılmış gibi içeri düşüyorlardı.”

“Evet, hatırlıyorum. Ayrıca birkaç günlüğüne uğrayan College de France‘dan [Fr. Fransa Üniversitesi] arkadaşın Profesör Augier’in, eğer bu işte bir numara yoksa, mümkün olan tek açıklamanın, taşların dışarıdan atıldıktan sonra parçalanması, duvardan geçmesi ve sonra da yere veya içerideki başka duvarlara çarpmadan önce tekrar birleşmesi gerektiğini söylediğini de hatırlıyorum.”

“Bu doğru. Ve ben de elbette, bir olasılık daha olduğunu, onun da taş veya taşların geçtiği sırada, duvarların anlık ve kısmi olarak parçalanıyor olduğunu eklemiştim.”

“Evet, Andre. Tüm bunları hatırlıyorum, ve ayrıca bunları anlayamadığımı senin de bundan oldukça rahatsız olduğunu da hatırlıyorum. Evet, hâlâ da, parçalanmış bile olsa taşların nasıl duvarlardan veya kapılardan neden veya nasıl geçebileceğini anlamıyorum.”

“Ama bu mümkün, Helene, çünkü maddeyi oluşturan atomlar birbirlerine duvardaki tuğlalar gibi yakın değiller. Aralarında görece olarak oldukça geniş mesafeler var.”

“Demek istediğin o kül tablasını parçalayıp, sonra bir şeyin içerisinden geçirip birleştirdiğin mi?”

“Kesinlikle, Helene. Bunu benim alıcı ve vericim arasındaki duvarın içinden geçirdim.”

“Peki, insanlığın duvarlardan geçen kül tablalarından ne şekilde yarar sağlayacağını sormak aptalca mı olur?”

Andre oldukça alınmış göründü, ancak şaka yaptığımı anlar anlamaz, tekrar coşkulu bir hal aldı ve bana keşfinin yarattığı bazı olanaklardan bahsetti.

“Harika değil mi, Helene?” dedi en sonunda nefessiz kalarak.

“Evet Andre. Ama umarım beni iletmeye kalkmazsın; diğer taraftan, kül tablan gibi çıkmaktan korkarım çünkü.”

“Nasıl yani?”

“Kül tablasının altında ne yazdığını hatırlıyor musun?”

“Evet, elbette: JAPON MALI. İngiltere’den getirilen bir hatıranın en komik tarafı da buydu.”

“Kelimeler yerinde duruyor, ama… Bir bak Andre!”

Kül tablasını elimden aldı, kaşlarını çattı ve pencereye doğru yürüdü. Benzi attı, ve bana gerçekten tuhaf bir deney yapmış olduğunu kanıtlayan şeyi gördüğünü anladım.

İki kelime orada duruyordu, ancak tersten:

ILAM NOPAJ

Andre, tek bir kelime etmeden ve beni tamamen unutarak laboratuvarına koştu. Onu ancak ertesi sabah, bütün bir gece süren çalışmanın ardından yorgun ve tıraşsız bir halde gördüm.

Andre, birkaç gün sonra, kendisini birkaç hafta boyunca telaşlandıran ve huysuzlandıran başka bir terslikle karşılaştı. Bir süre sabırla katlandım, ancak bir gece, kendim de sinirliyken, boş bir şey yüzünden tartıştık ve onu suratsızlığı yüzünden azarladım.

“Özür dilerim chérie [Fr. Canım]. Bir sorunlar labirentinde sıkıştım ve hepinizin burnundan getirdim. Canlı bir hayvan ile yaptığım ilk deney tam bir rezalet oldu.”

“Andre! O deneyi Dandelo’yla yaptın, değil mi?”

Süklüm püklüm, “Evet, nereden anladın?” diye cevapladı. “Gayet iyi bir şekilde parçalandı, ama alıcı setinde yeniden belirmedi.”

“Ah, Andre! Ona ne oldu o zaman?”

“Hiçbir şey… Yalnızca artık Dandelo diye bir şey yok; sadece, kedinin evrende, tanrı bilir nerede dolaşan ayrık atomları var.”

Dandelo, bir sabah aşçının bahçede bulduğu ve hemen sahiplendiğimiz küçük beyaz bir kediydi. Bir süredir ortalarda olmadığının farkındaydım; bu işe oldukça sinirlendim, fakat eşim bu denli üzgün olduğu için bir şey demedim.

Gelecek birkaç hafta boyunca eşimi pek görmedim. Neredeyse tüm yemekleri laboratuvarına gönderiliyordu. Sabahları kalktığımda çoğunluk yatağının bozulmamış olduğunu görüyordum. Bazen, eğer çok geç gelmişse, yalnızca çok erken kalkan ve karalıkta el yordamıyla dolaşan birinin çevirebileceği, odanın rüzgâr yemiş gibi dağılmış halini görürdüm.

Bir akşam, yüzünde bir gülümsemeyle akşam yemeğine geldi ve sorunlarının çözülmüş olduğunu anladım. Ancak benim dışarı çıkmak üzere hazırlanmış olduğumu görünce yüzü asıldı.

“Ah, dışarı mı çıkacaktın Helene?”

“Evet, Drillon’lar beni briç oynamaya çağırdı; ama telefon edip erteleyebilirim.”

“Hayır, önemli değil.”

“Önemli değil, değil. Hadi söyle lütfen tatlım!”

“Evet, en sonunda her şeyi mükemmel hale getirebildim ve bu mucizeyi ilk gören sen ol istiyordum.”

Magnifique [Fr. Muhteşem], Andre! Tabii ki, çok sevinirim.”

Komşulara telefon edip ne kadar üzgün falan olduğumu söyledikten sonra, mutfağa koşup, aşçıya bir “kutlama yemeği” hazırlamak için on dakikası olduğunu söyledim.

Mum ışığındaki yemekten sonra, hizmetçi elinde şampanya ile belirince, “Harika bir fikir, Helene” dedi eşim. Ve hizmetçinin elinden tepsiyi kapıp laboratuvarına doğru giderken, “Yeniden birleştirilmiş şampanya ile kutlayacağız!” dedi.

O, kapıyı açıp, ışıkları yakarken, ben de elimde tepsiyle, “Parçalara ayrılmadan önceki kadar iyi olacağından emin misin?” diye sordum.

“Hiç korkun olmasın. Göreceksin. Yalnızca buraya getir lütfen” dedi, verici dediği bir şeye dönüştürülmüş telefon kulübesinin kapısını açarken. “Şimdi şuraya bırak”, diye ekledi, kulübenin içine bir tabure yerleştirirken.

Kapıyı dikkatle kapattıktan sonra, beni diğer odaya götürdü ve bana çok koyu bir güneş gözlüğü verdi. Kendisi de bir tane taktı ve vericinin panelinin olduğu tarafa döndü.

Işıkları söndürürken, “Hazır mısın Helene?” dedi eşim. “Ben söyleyene kadar gözlüklerini çıkarma.”

Gözlerim, cam kaplı telefon kulübesinin içinden sızan yeşilimsi ışıkta hayal meyal görebildiğin tepsiye odaklanmış halde, “Yerinde kalacak merak etme Andre, devam et,” dedim.

Bir şalteri çevirirken “Tamam” dedi Andre.

Bütün oda, turuncu, parlak bir ışıkla aydınlandı. Kulübe içerisinde, sıcaklığını yüzümde, boynumda ve ellerimde hissettiğim, çatırdayan bir ateş topu gördüm. Her şey bir saniyenin küçük bir bölümünde olup bitmişti ve ben kendimi Güneş’e baktıktan sonra gözlerimde oluşan yeşil kenarlı karadelikler yüzünden gözlerimi kırpıştırırken buldum.

Et voilà! [Fr. İşte burada] Gözlüklerini çıkarabilirsin Helene.”

Eşim, belki biraz teatral bir şekilde kulübenin kapısını açtı. Andre, ne göreceğimi söylemiş olmasına rağmen, Şampanya, kadehler, tepsi ve taburenin orada olmadığını görünce hayrete düştüm.

Andre, törensel bir şekilde elimden tutarak, kenarda ikinci bir kulübenin bulunduğu diğer odaya götürdü. Kapıyı ardına kadar açıp, Şampanya tepsisini tabureden muzaffer bir edayla kaldırdı.

Bir miktar, sihirbaz tarafından sahneye sürüklenmiş iyi niyetli bir izleyici edasıyla “Hepsi aynalar sayesinde,” deme isteğimi, eşimi rahatsız edeceğini bildiğim için bastırdım.

Mantar patlarken, “İçmenin tehlikeli olmayacağına emin misin?” diye sordum.

“Kesinlikle Helene”, dedi, bana bir kadeh uzatırken. “Ama bu daha hiçbir şey. Bunu bitirince sana çok daha hayret verici bir şey göstereceğim.”

Diğer odaya döndük.

“Ah, Andre! Zavallı Dandelo’yu unutma!”

“Bu yalnızca bir kobay faresi, Helene. Yine de sorun çıkmayacağından eminim.”

Küçük tüylü yaratığı kulübenin cam kaplı yeşil tabanına bırakıp kapıyı çabucak kapattı. Koyu gözlüklerimi tekrar taktım ve canlı çatırdayan ışığı tekrar gördüm ve hissettim.

Andre’nin kapıyı açmasını beklemeden, ışıkların hala açık olduğu diğer odaya koşup alıcı kulübesinin içine baktım.

“Oh, Andre! Chéri! Gerçekten bir şeyi yok!” diye heyecanla bağırdım, küçük hayvan içeride daireler çizerek koşuştururken. “Harika Andre. Çalışıyor! Başardın!”

“Ben de öyle umuyorum, ama sabırlı olmam gerek. Birkaç hafta sonra kesin olarak bileceğim.”

“Ne demek istiyorsun? Baksana! Onu diğer kulübeye koyduğun zamanki kadar sağlıklı.”

“Evet, öyle görünüyor. Ancak iç organları sağlam mı bilmemiz gerekiyor, ve bu biraz zaman alacak. Eğer bu küçük yaratık, bir ay sonra hala şimdiki gibi sağlıklıysa, o zaman deneyi başarılı kabul edebiliriz.”

Andre’ye, kobay fareyle benim ilgilenmem için yalvardım.

Heyecanım nedeniyle yüzüne yayılmış bir sırıtışla “Tamam ama sakın fazla besleyip çatlatma” dedi.

Hop-la’yı – kobay faresine bu ismi takmıştım – laboratuvardaki kutusundan çıkarmama izin verilmese de, boynuna pembe bir kurdele bağlamıştım ve günce iki defa beslememe izin vardı.

Hop-la, kısa bir süre sonra pembe kurdelesine alıştı ve oldukça evcil küçük bir hayvan haline geldi ancak o bir ay, bir yıl gibi göründü.

Sonra bir gün, Andre, Amerikan Spaniel’imiz olan Miquette’i “verici”sine yerleştirdi. Köpeğimiz üzerine böyle bir deneye izin vermeyeceğimi iyi bildiği için bunu önceden söylemedi. Fakat bana söylediğinde, Miquette yarım düzine kere başarıyla transfer edilmişti ve bu oldukça hoşuna gidiyor gibiydi; “birleştirici”den çıktığı anda, diğer odadaki “verici”ye koşup kapısını tırmalıyor ve Andre’nin deyişiyle “bir kere daha gitmek” istiyordu.

Artık eşimin, bazı meslektaşlarını ve Havacılık Bakanlığı’nda çalışan uzmanları davet etmesini bekliyordum. Genelde bir araştırmayı tamamladığı zaman, onlara her zaman kendisinin yazdığı uzun ve detaylı raporları teslim etmeden önce ve onların gözü önünde bir iki deney gerçekleştirdikten sonra, hep böyle yapardı. Ama bu defa, yalnızca çalışmasını sürdürdü. Sonunda bir sabah ona, takmış olduğumuz ismiyle, geleneksel “sürpriz parti”sini ne zaman düzenleyeceğini sordum.

“Hayır, Helene; yakın bir zamanda değil. Bu keşif çok çok önemli. Hala halletmem gereken feci miktarda iş var. Transferin henüz benim de tam olarak anlamadığım bazı kısımlarının olduğunu biliyor muydun? Çalışıyor, evet, ama bütün o tanınmış profesörlere, ‘Şöyle şöyle yapıyorum ve puff, çalışıyor!’ diyemeyeceğimi anlayabilirsin. Daha da önemlisi, gerçekten iyi bir şeyle karşılaştıklarında yaptıkları şekilde, üzerine atmaktan çekinmeyecekleri, her türden yıkıcı argümanı çürütebilmek için hazır olmalıyım.”

Arada bir, yeni bir deneyi görmem için aşağı davet ediliyordum ancak Andre beni çağırmadığı sürece aşağı hiç inmedim; çalışması hakkında yalnızca, eğer konuyu o açtıysa konuştuk. Elbette, o sıralarda, en azından henüz o aşamadayken, bir insan üzerinde deney yapacağını sanmıyordum; aklıma gelmişti, ancak – Andre’yi tanıdığım için – testlerini bitirmeden önce “verici”nin içine bir insanın adım atmasına izin vermeyeceği açık görünüyordu. Ancak kazadan sonra, bütün panellerin birer benzerini, parçalama kulübesinin içine de, kendi başına deneyebilmek için yerleştirdiğini fark ettim.

Andre, korkunç denemesini gerçekleştirdiği gün, öğle yemeğinde görünmedi. Hizmetçiyi bir tepsiyle birlikte aşağı gönderdim ama laboratuvar kapısına iliştirilmiş bir notla geri döndü: “Beni rahatsız etmeyin, çalışıyorum.”

Zaman zaman kapısına böyle notlar iliştirirdi ve, fark etmiş olmama rağmen, nottaki el yazısının normalden daha büyük harflerle yazılmış olduğuna fazla dikkat etmedim.

Bundan kısa bir süre sonra, kahve içerken, Henri hoplaya zıplaya odaya girdi ve tuhaf görünüşlü bir sinek yakaladığını söyledi ve görmek isteyip istemediğimi sordu. Kapalı olan yumruğuna dahi bakmayı reddederek, ona hemen serbest bırakmasını söyledim.

“Ama, anne, çok garip beyaz bir kafası var!”

Onu açık pencereye doğru götürerek, sineği hemen serbest bırakmasını söyledim; ve o da öyle yaptı. Henri’nin sineği, yalnızca diğer sineklerden daha farklı ve ilgi çekici göründüğü için yakaladığını biliyordum; ancak babasının hayvanlara yapılacak acımasızlığa hiçbir şekline katlanamayacağını ve oğlumuzun bir sineği kutuya veya kavanoza hapsettiğini öğrenirse tartışma çıkacağını biliyordum.

O akşam, akşam yemeği saatinde, Andre hala görünmemişti ve, biraz endişelenerek, laboratuvara inerek kapısını çaldım.

Cevap gelmedi, ama onun odanın içinde hareket ettiğini duyabiliyordum ve kısa bir süre sonra kapının altından bir not uzattı. Not, daktilo edilmişti:

HELENE, BAZI SORUNLARLA KARŞILAŞTIM. OĞLANI YATIR VE BİR SAAT SONRA TEKRAR GEL. A.

Korku içerisinde kapıyı çaldım ve seslendim, ancak Andre ilgilenmiyormuş gibi görünüyordu ve daktilosunun çıkardığı tanıdık ses ile belirsizce rahatlayarak, eve geri döndüm.

Henri’yi yatırdıktan sonra laboratuvara döndüm ve kapının altında yeni bir not olduğunu gördüm. Alırken ellerim titriyordu, çünkü o sırada artık bir şeylerin aşırı derece yanlış gittiğini biliyordum. Okudum:

HELENE, ÖNCELİKLE SİNİRLERİNE HAKİM OLACAĞINA VE ACELEYLE BİR ŞEYLER YAPMAYA KALKIŞMAYACAĞINA GÜVENİYORUM, ÇÜNKÜ BANA SADECE SEN YARDIM EDEBİLİRSİN. CİDDİ BİR KAZA GEÇİRDİM. BİR ÖLÜM KALIM MESELESİ DE OLSA, ŞU AN İÇİN BELLİ BİR TEHLİKE ALTINDA DEĞİLİM. BANA SESLENMENİN VEYA HERHANGİ BİR ŞEY SÖYLEMENİN BİR ANLAMI YOK. CEVAP VEREMEM, KONUŞAMAM. SENDEN İSTEDİĞİM HERŞEYİ TAM OLARAK VE DİKKATLİCE YERİNE GETİRMENİ İSTİYORUM. ANLADIĞINI VE KABUL ETTİĞİNİ GÖSTERMEK İÇİN KAPIYA ÜÇ DEFA VURDUKTAN SONRA, BANA BİR KÂSE SÜT İLE ROM GETİR. BÜTÜN GÜN HİÇBİR ŞEY YEMEDİM VE BU OLMADAN DEVAM EDEMEYECEĞİM.

Korkudan titreyerek, ne düşünmem gerektiğini bilmeden ve Andre’ye delice seslenme, açana kadar kapıyı yumruklama isteğini bastırarak, istemiş olduğu gibi kapıya üç kere vurup, istediklerini getirmek için eve kadarki bütün yolu koşarak katettim.

Beş dakikadan kısa bir süre içerisinde geri dönmüştüm. Kapının altından başka bir not çıktı:

HELENE, BU DİREKTİFLERİ ÇOK DİKKATLİ BİR ŞEKİLDE İZLE. ÇALDIĞIN ZAMAN KAPIYI AÇACAĞIM. ÇALIŞMA MASAMA İLERLEYİP SÜT KASESİNİ BIRAK. DAHA SONRA ALICININ OLDUĞU DİĞER ODAYA GİT. ORADA OLMASI GEREKEN, ANCAK BENİM BULAMADIĞIM BİR SİNEĞİ DİKKATLİCE ARA. MAALESEF KÜÇÜK ŞEYLERİ RAHAT GÖREMİYORUM.

İÇERİ GİRMEDEN ÖNCE, DEDİKLERİMİ HARFİYEN YERİNE GETİRECEĞİNE TAM OLARAK SÖZ VERMENİ İSTİYORUM. BANA BAKMA, VE KONUŞMANIN BİR İŞE YARAMAYACAĞINI UNUTMA. CEVAP VEREMEM. TEKRAR ÜÇ KERE VUR.

VE BU BANA SÖZ VERDİĞİN ANLAMINA GELECEK. HAYATIM TAMAMEN SENİN YARDIMINA BAĞLI.

Kendimi toparlamak için bir süre beklemem gerekti, ve sonra kapıya üç defa yavaşça vurdum.

Andre’nin kapının arkasında ayaklarını sürüdüğünü duyuyordum, daha sonra bir süre kilitle uğraştı ve kapı açıldı.

Gözümün ucuyla, kapının arkasında dikildiğini gördüm, ancak etrafa bakmadan, kâsesini doğrudan masasına götürdüm. Beni kesin olarak izliyordu, ve ne olursa olsun, sakin ve kendimde görünmeliydim.

Kâseyi, odada açık tek ışık olan masa lambasının altına koyarken “Chéri, bana güvenebilirsin,” dedim nazikçe, ve tüm ışıkların yanıyor olduğu diğer odaya geçtim.

İlk izlenimim, alıcı kulübesinden bir tür kasırganın fırlamış olması gerektiğiydi. Kağıtlar her tarafa saçılmıştı; odanın köşesinde bütün bir sıra deney tüpü kırılmış bir halde duruyordu; sandalyeler ve tabureler devrilmişti; odadaki perdelerden biri, yarı yırtılmış halde, eğrilmiş demirinden sarkıyordu. Zeminin cam kaplı bir köşesinde yanık bir doküman yığını hala için için tütüyordu.

Andre’nin aramamı istediği sineği bulamayacağımı biliyordum. Kadınlar, erkeklerin yalnızca mantık yürütme ve sonuç çıkarma ile varsaydıkları şeyleri, bilir; bu onların küçümseyici bir şekilde sezgi olarak adlandırdıkları, onlar için nadiren ulaşılabilir bir bilgi türüdür. Andre’nin istediği sineğin, Henri’nin yakaladığı ve benim serbest bıraktırdığım sinek olduğunu daha o sırada biliyordum.

Andre’nin yan odada çıkardığı sesleri ve bir de sütü içerken zorlanıyormuş gibi gelen tuhaf şırıltı ve emme seslerini duydum.

“Andre, burada sinek yok. Bana yardımcı olacak herhangi bir tür yönlendirmede bulunabilir misin?”

Sesimi kontrol etmeye ve sanki son derece sakinmişim gibi konuşmaya çalıştım, ancak “hayır” anlamında iki kez vurduğunda, umutsuzluk hıçkırığımı yutmak zorunda kaldım.

“Yanına gelebilir miyim, Andre, ne olmuş olabileceğini bilmiyorum, ama her ne ise, cesur olacağım canım.”

Kısa bir sessiz tereddütten sonra, masasına bir defa vurdu.

Kapıda, Andre’yi kafası ve omuzlarının, çalışma masasının yanındaki, çalışmasını bırakmak istemediği zaman çoğunlukla yemeğini yediği bir masadan alınmış bir kadife bez ile örtülmüş olduğunu görünce korkudan donakaldım. Kolayca hıçkırarak ağlamaya dönüşebilecek bir kahkahayı bastırarak dedim ki:

“Andre, yarın gün ışığında iyice ararız. Neden yatağa gitmiyorsun? İstersen seni misafir odasına da götürebilirim; orada kimse seni görmez.”

Sol eliyle masaya iki defa vurdu.

“Doktor getirmemi ister misin?”

“Hayır,” diye vurdu.

“Profesör Angier’i aramamı ister misin? Daha fazla yardımı dokunabilir.”

Kesin bir şekilde “hayır” diye vurdu. Ne demem gerektiğini bilmiyordum. Sonra dedim ki:

“Henri bu sabah bana göstermek istediği bir sinek yakalamıştı, ama ben ona serbest bıraktırdım. Aradığın o olabilir mi? Sineği görmedim ama çocuk kafası beyazdı dedi.”

Andre, tuhaf, metalik bir sesle iç geçirdi; ve çığlık atmamak için parmaklarımı ısırmaya ancak vaktim oldu. Sağ kolunun sallanmasına izin verdi ve uzun parmaklı, yapılı eli yerine, ağaç dalı gibi, üzerinde beyaz tomurcuklar olan gri bir sopa, kumaşın içerisinden neredeyse dizine kadar uzandı.

“Andre, mon Chéri, ne oldu söyle bana. Ne olduğunu bilirsem daha fazla yardım edebilirim… Ah, korkunç!” diyerek, kendimi kontrol edemeden hıçkırdım.

Dışarı çıktım ve o arkamdan kapıyı kilitlerken hüngür hüngür ağlamaya başladım. Yine yazıyordu ve ben de bekledim. En sonunda kapıya doğru geldi ve alttan bir parça kâğıt uzattı.

HELENE, SABAH TEKRAR GEL. DÜŞÜNMEM GEREK VE SENİN İÇİN BİR AÇIKLAMA YAZACAĞIM. BENİM UYKU HAPLARIMDAN BİR TANE AL VE DOĞRUDAN YATAĞA GİT. YARIN DİNLENMİŞ VE GÜÇLÜ OLMAN LAZIM. MA PAUVRE CHÉRIE [Fr. Benim zavallı sevgilim]. A.

Kapıya doğru “Bu gece için istediğin bir şey var mı Andre?” diye bağırdım.

Hayır anlamında iki kere vurdu, ve kısa bir süre sonra tekrar daktilosunun sesini duydum.

Güneş tam olarak yüzüme çarptığında irkilerek uyandım. Çalar saati beşe kurmuştum, ancak muhtemelen uyku hapları yüzünden duymadım. Gerçekten rüya bile görmeden kütük gibi uyumuştum. Şimdi yaşamakta olduğum kâbusa geri dönmüştüm ve çocuk ağlayarak yataktan fırladım. Saat daha yediydi!

Mutfağa koşup, irkilen hizmetçilere tek bir kelime dahi etmeden, bir tepsiye hızlıca, kahve, ekmek ve tereyağı yerleştirip aşağı, laboratuvara doğru koşarak gittim.

Andre, kapıyı çalar çalmaz açtı ve ben tepsiyi masasına taşırken hemen tekrar kapattı. Kafası hala kapalıydı, ancak kırışmış kıyafeti ve açılmış uyku tulumundan, en azından dinlenmeye çalışmış olduğunu anladım.

Çalışma masasında benim için yazılmış olan bir kâğıdı aldım. Andre diğer kapıyı açtı ve bunu yalnız kalmak isteği olarak anladığım için diğer odaya geçtim. Kapıyı itti ve ben okurken kahveyi içtiğini duydum:

KÜL TABLASI DENEYİNİ HATIRLIYOR MUSUN? BUNA BENZER BİR KAZA GEÇİRDİM. KENDİMİ DÜN GECEDEN ÖNCEKİ GECE BAŞARIYLA “TRANSFER” ETTİM. İKİNCİ BİR DENEY SIRASINDA, FARK ETMEDİĞİM BİR SİNEK, “PARÇALAYICI”YA GİRMİŞ OLMALI. TEK UMUDUM O SİNEĞİ TEKRAR BULUP, TEKRAR DENEMEKTE. LÜTFEN ONU DİKKATLİCE TEKRAR ARA, EĞER BULUNMAZSA, TÜM BUNLARA SON VERECEK BİR YOL BULMAM GEREKİYOR.

Keşke Andre daha açık olsaydı! Görünüşünün korkunç derecede bozulmuş olduğunu düşünerek titredim, sonra yavaşça ağlarken, yüzünün içinin dışına çıkmış olduğunu, veya belki de gözlerinin, kulaklarının olması gerektiği yerde olduğunu, veya ağzının ensesinde olabileceğini, ve hatta daha da kötü şeyler olmuş olabileceğini düşündüm!

Andre kurtulmalıydı! Bunun için de sinek bulunmak zorundaydı!

Kendimi kontrol etmeye çalışarak:

“Andre, girebilir miyim?”

Kapıyı açtı.

“Andre, umutsuzluğa kapılma; o sineği bulacağım. Artık laboratuvarda değil, ancak fazla uzakta olamaz. Anladığım kadarıyla görünüşün bozulmuş, belki de korkunç bir şekilde, fakat notunda söylediğin gibi tüm bunlara son vermek söz konusu olamaz; buna asla izin veremem. Gerekirse, görünmek istemiyorsan, iyileşene kadar çalışmana devam edebilmen için sana bir maske veya cübbe yapabilirim. Eğer çalışamayacaksan, Profesör Augier’i ararım; o ve diğer arkadaşların seni kurtaracaktır Andre.”

Şiddetle masasına vururken tekrar o tuhaf metalik iç geçirmeyi duydum.

“Andre, sinirlenme; lütfen sakin ol. Senin fikrini almadan önce hiçbir şey yapmayacağım, fakat bana güvenmelisin, bana inan ve lütfen senin için elimden geleni yapmama izin ver. Yüzünü görmeme izin veremez misin? Korkmayacağım, ben senin eşinim.”

Eşim, tekrar kararlı bir şekilde “hayır” anlamında vurdu ve kapıyı işaret etti.

“Tamam. Şimdi gidip sineği arayacağım, ama bana aptalca bir şey yapmayacağına söz ver; bana haber vermeden tedbirsiz veya tehlikeli bir şey yapmayacağına söz ver!”

Sol elini uzattı, ve söz verdiğini anladım.

O gün boyu süren aralıksız sinek avını hiç unutmayacağım. Evin altını üstüne getirdim ve bütün hizmetçileri de aramaya dahil ettim. Onlara, profesörün laboratuvarından bir sineğin kaçtığını ve mutlaka canlı yakalanması gerektiğini söyledim; benim daha şimdiden aklımı kaçırdığımı düşündükleri belliydi. Daha sonra polis de öyle söylediler, ve beni daha ileride giyotinden kurtaran, büyük ihtimalle o günkü sinek avıydı.

Henri’yi sorguladım, ama benim neden bahsettiğimi anlayamadı; onu sarstım, tokatladım ve gözleri faltaşı gibi açılmış hizmetçilerin önünde ağlamasına neden oldum. Kendimi kaybetmemem gerektiğini fark ederek çocuğu öptüm, okşadım ve ondan ne istediğimi anlamasını sağladım. Evet, hatırladı, sineği mutfak penceresinin hemen yanında bulmuştu; ve evet, söylendiği gibi onu hemen bırakmıştı.

Yazın bile, tepede olduğu için, vadiden gelen en ufak bir esinti evin etrafından geçtiğinden pek sinek olmazdı. Buna rağmen, o gün düzinelerce sinek yakalamayı başardım. Tüm pencere pervazlarına ve bahçenin her tarafına, içinde süt, şeker, reçel, et olan tabaklar koydum – sinekleri çekebilecek her şeyi… Tüm yakaladıklarımız ve yakalayamadığımız diğer pek çoğu içerisinden hiçbiri, Henri’nin evvelki gün yakaladığına benzemiyordu. Büyüteçle, teker teker, tüm garip sinekleri inceledim, ancak hiçbirinin beyaz kafa gibi tuhaf bir tarafı yoktu.

Öğle yemeği saatinde, biraz süt ve patates püresiyle Andre’nin yanına indim; yanıma yakaladığımız bazı sinekleri de aldım, ancak bunların hiçbirinin işine yaramayacağını anlattı.

“O sinek eğer geceye kadar bulunmazsa, Andre, ne yapılması gerektiğine bakmamız gerekiyor. Ve önerim şu: Ben yan odada oturacağım. Evet ve hayır şeklinde vurarak anlatamayacağın bir şey olursa, söylemek istediğin şeyi daktiloyla edip kapının altından atacaksın. Olur mu?”

Andre “Evet,” anlamında vurdu.

Güneş batarken, sineği hala bulamamıştık. Akşam yemeği sırasında, Andre’nin tepsisini hazırlarken, çöktüm ve mutfakta, sessiz hizmetçilerin karşısında ağladım. Eşimle, muhtemelen kayıp sinek hakkında kavga etmiş olduğumuzu düşünüyorlardı; ancak sonradan öğrendiğime göre, aşçı, daha o sırada aklımı tamamen kaçırmış olduğumdan emindi.

Tek bir kelime etmeden tepsiyi aldım ve telefonun yanında durup tekrar bıraktım. Bu Andre için gerçekten bir ölüm kalım meselesiydi, bundan şüphem yoktu. Ayrıca, fikrini değiştirmeyi, veya en azından bu kadar keskin bir kararı ertelemesini sağlayamazsam, intihar etmeyi düşündüğü konusunda da hiçbir şüphem yoktu. Yeterince güçlü olabilecek miydim? Beni, sözümü tutmadığım için asla affetmeyecekti, ancak bu şartlar altında, bunun önemi var mıydı? Söz vermelerin ve onurun cehennemin dibine kadar yolu var! Andre ne pahasına olursa olsun kurtarılmalıydı! Buna kanaat getirince, numarasını bulup, Profesör Augier’i aradım.

“Profesör burada değil ve hafta sonundan önce dönmeyecek,” dedi hattın diğer tarafındaki nazik ve nötr bir ses.

Bu kadarı yeterliydi! Yalnız mücadele etmem gerekiyorsa edecektim. Ne olursa olsun Andre’yi kurtaracaktım.

Andre beni içeri alınca tüm sinirliliğim geçti, ve yemek tepsisini çalışma masasına yerleştirip, anlaştığımız gibi yan odaya gittim.

“Bilmek istediğim ilk şey”, dedim kapıyı arkamdan kapatırken, “tam olarak ne olduğu. Lütfen anlatır mısın Andre?”

O, bir süre sonra kapının altından uzattığı cevabı yazarken sabırla bekledim.

HELENE, SANA ANLATMAMAYI TERCİH EDERİM; GİTMEK ZORUNDA OLDUĞUM İÇİN, BENİ DAHA ÖNCE OLDUĞUM ŞEKİLDE HATIRLAMANI TERCİH EDİYORUM. KENDİMİ, KİMSENİN BANA NE OLDUĞUNU ANLAYAMAYACAĞI ŞEKİLDE YOK ETMEM GEREKİYOR. KENDİMİ BASİTÇE VERİCİMDE PARÇALAMAYI ELBETTE DÜŞÜNDÜM, ANCAK BUNU YAPMASAM İYİ OLUR, ÇÜNKÜ ER YA DA GEÇ, KENDİMİ YENİDEN BİRLEŞMİŞ BULABİLİRİM. BİR GÜN, BİR YERLERDE, AYNI KEŞFİ BAŞKA BİR BİLİM İNSANININ YAPACAĞI KESİN. BU NEDENLE NE DAHA BASİT, NE DE DAHA KOLAY OLAN BAŞKA BİR YÖNTEM DÜŞÜNDÜM, FAKAT SEN BANA YARDIM EDEBİLİRSİN VE EDECEKSİN.

Birkaç dakika boyunca Andre’nin, büsbütün aklını kaçırıp kaçırmadığını düşündüm.

“Andre” dedim en sonunda, “sen düşünmüş ve seçimini yapmış olsan da, ben böyle korkakça bir çözümü kabullenemem. Deneyinin veya kazanın sonucu ne kadar kötü olsa bile, hayattasın, insansın, bir beynin var… Ve ruhun… Kendini yok etmeye hakkın yok! Bunu biliyorsun!”

Kısa bir süre sonra cevap yazıldı ve kapının altından uzatıldı.

HAYATTAYIM EVET, AMA ARTIK BİR İNSAN DEĞİLİM. BEYNİM VEYA ZEKÂM İSE, HER AN ORTADAN KALKABİLİR. ŞU AN BİLE SAĞLAM SAYILMAZ. VE ZEKÂ OLMADAN, RUH OLAMAZ… BUNU SEN DE BİLİYROSUN!

“Öyleyse diğer bilim insanlarına keşfini açıklamalısın. Sana yardım edecek ve seni kurtaracaklardır, Andre!”

Kapıya iki kez öfkeyle vururken korkudan geriye doğru sendeledim.

“Andre… Neden? Neden sana isteyerek yardım edeceklerken bunu reddediyorsun?”

Kapıyı sarsan bir düzine öfkeli vuruş, eşimin asla bunu bir çözüm olarak kabul etmeyeceğini anlamama neden oldu. Başka argümanlar bulmalıydım.

Bana öyle geldi ki, saatlerce ona oğlumuz hakkında, kendim hakkında, ailesi hakkında, insanlığın geri kalanına karşı olan ödevleri hakkında dil döktüm. Hiçbir şekilde cevap vermedi. En sonunda, ağlayarak:

“Andre… Beni duyuyor musun?”

Kapıya, çok nazikçe “Evet,” anlamında vurdu.

“Tamam, dinle o zaman. Bir fikrim daha var. Kül tablasıyla olan ilk deneyini hatırlıyor musun?.. Tamam, sence eğer onu ikinci bir defa geçirmiş olsaydın, harfler doğru hallerine geri dönebilir miydi?”

Daha benim konuşmam bitmeden, Andre hızlıca yazmaya başlamıştı, kısa bir süre sonra cevabını okuyordum:

BUNU ZATEN DÜŞÜNDÜM. SİNEĞE BU YÜZDEN İHTİYACIM VARDI. ONUN DA BENİMLE BERABER GEÇMESİ GEREKİYORDU. BAŞKA BİR UMUT YOK.

“Yine de dene Andre. Asla bilemezsin!”

YEDİ KERE DENEDİM.

— bu karşılık olarak aldığım daktilo edilmiş cevaptı.

“Andre! Tekrar dene, lütfen!”

Bu defa bana verdiği cevap sayesinde kalbim çarptı, çünkü hiçbir kadın, nasıl olup da ölmek üzere olan bir adamın, herhangi bir şeyi komik bulabileceğini anlayamaz ve anlayamayacaktır.

SENİN DERİN KADINSI MANTIĞINA HAYRANIM. BU DENEYİ KIYAMET GÜNÜNE KADAR TEKRARLAYABİLİRİZ. YİNE DE, SIRF SENİN İÇİN RAHAT ETSİN DİYE, MUHTEMELEN SENİN İÇİN YAPABİLECEĞİM SON ŞEY OLARAK, BİR KEZ DAHA DENEYECEĞİM. KOYU GÖZLÜKLERİ BULABİLİRSEN, MAKİNAYA ARKANI DÖN VE ELLERİNLE GÖZLERİNİ KAPAT. HAZIR OLUNCA BANA HABER VER.

Gözlükleri aramaya, dediklerini yapmaya bile kalkışmadan, “Hazırım, Andre!” diye bağırdım.

Onun hareket ettiğini ve sonra da “parçalayıcı”sının kapısının açılıp kapandığını duydum. Oldukça uzun gelen, ancak muhtemelen bir dakikadan daha uzun olmayan bir süre sonra, şiddetli bir çatırdama sesi duydum ve parlak ışığı, parmaklarım ve göz kapaklarımın ardından hissettim.

Kulübenin kapısı açılırken arkama döndüm.

Andre, kafası ve omuzları hala kahverengi kadife bez ile örtülü bir halde, yavaşça dışarı çıkıyordu.

“Nasıl hissediyorsun Andre? Fark var mı?” dedim, koluna dokunurken.

Bende uzaklaşmaya çalışırken, kaldırmaya zahmet etmemiş olduğum bir tabureye takıldı. Dengesini kazanmak için sert bir hareket yaptı ve ağır bir şekilde arkaya doğru düşerken, kadife örtü yavaşça kafasından ve omuzlarından kaydı.

Duyduğum dehşet çok aşırıydı, çok beklenmedikti. Aslına bakılırsa, bekliyor olsaydım bile dehşetin etkisi hiçbir şekilde azalmazdı sanırım. Çığlığımı tutmak için iki elimi birden ağzıma bastırmaya çalışırken ve parmaklarım kanıyor olmasına rağmen defalarca çığlık attım. Gözlerimi ondan alamıyordum, kapatamıyordum bile, ve eğer bu dehşete bir süre daha bakarsam, ömrümün geri kalanını çığlık atarak geçireceğimi biliyordum.

Yavaşça, bir zamanlar eşim olan bu canavar, kafasını örttü, ayağa kalktı, el yordamıyla kapıyı buldu ve çıktı. Hâlâ çığlık atıyor olmama rağmen, gözlerimi kapatabilmiştim.

Tam bir Katolik olan, Tanrıya ve bundan sonra bir başka, daha güzel bir hayat olduğuna inanan benim, bugün bir tek umudum kaldı: O da öldüğümde, gerçekten öldüğümde, herhangi bir hayatın olmaması; çünkü eğer varsa, asla unutamayacağım demektir. Gündüz ve gece, uyanık veya uyurken onu hatırlıyorum, sonsuza dek hatırlamaya mahkûm olduğumu biliyorum; hatta belki ruhum yok olsa bile!..

Tamamen yok olana kadar, hiçbir şey o korkunç basık, yassı çenesiyle ve iki sivri kulağıyla o beyaz tüylü kafayı unutmamı sağlayamaz, sağlayamayacak. Burnu da, pembe ve nemli, bir kedinin burnuydu, dev bir kedinin. Ama gözleri!.. Daha doğrusu, gözlerinin olması gereken yerde, tabak kadar, iki kahverengi yumru vardı. İnsani veya hayvani bir ağız yerine, kıllı, uzun bir dikey kesikten aşağı doğru sarkan, ucuna doğru trampet gibi genişleyen, siyah, titreşen, salya damlayan bir hortum vardı.

Bayılmış olmalıyım, çünkü kendimi yüzükoyun yatar halde, laboratuvarın soğuk beton zemininde, arkasından Andre’nin daktilosunun sesinin geldiği kapalı kapıya bakarken buldum.

Uyuşmuş, hissizleşmiş ve boş, insanların korkunç bir kazadan sonra, daha ne olduğunu tam olarak kavramadan önce baktıkları gibi bakmış olmalıyım. Aklıma gelen tek şey, bir keresinde bir tren yolu istasyonunda gördüğüm, bilinci yerinde, trenin az önce geçmiş olduğu yerde, rayların üzerindeki kendi bakacağına boş boş bakan bir adamdı.

Boğazım feci şekilde ağrıyordu, ve bu yüzden, acaba de ses tellerim yırtılmış olabilir mi diye düşündüm; acaba bir daha konuşabilecek miydim?

Daktilonun sesi aniden durdu ve bir şey kapıya dokunup, altından bir not uzatırken tekrar çığlık atacak gibi hissettim.

Korku ve tiksintiden titrerken, dokunmadan okuyabilmek için oraya doğru süründüm:

ARTIK ANLADIN. SON DENEY, YENİ BİR FELAKETTİ, BENİM ZAVALLI HELENE’İM. SANIRIM DANDELONUN KAFASININ BİR KISMINI FARK ETTİN. PARÇALAYICIYA GİRERKEN, KAFAM SADECE BİR SİNEK KAFASIYDI. ŞİMDİYSE SADECE GÖZLERİM VE AĞZIM BİR SİNEĞİNKİNE AİT. GERİ KALANININ YERİNİ KEDİNİN PARÇALARI ALDI. ATOMLARI BİR ARAYA GELMEYEN ZAVALLI DANDELO. ŞİMDİ SEN DE BİLİYORSUN Kİ TEK BİR ÇÖZÜM VAR, ÖYLE DEĞİL Mİ? KAYBOLMAM GEREK. HAZIR OLUNCA KAPIYA VUR VE SANA NE YAPMAN GEREKTİĞİNİ AÇIKLAYAYIM. A.

Elbette haklıydı; yeni bir deneyde ısrar etmem hatalı ve acımasızdı. Şimdi artık hiçbir umut kalmadığını ve yeni deneylerin yalnızca daha beter sonuçlar getireceğini biliyordum.

Sersemlemiş bir halde ayağa kalktım; kapının yanına gittim ve konuşmaya çalıştım, ama gırtlağımdan hiçbir ses çıkmadı… Bu yüzden kapıya bir kez vurdum!

Tabii ki, geri kalanını tahmin edebilirsiniz. Planını daktilo edilmiş kısa notlarla açıkladı, ve ben de kabul ettim, hepsini kabul ettim!

Kafam ateşten yanıyorken, soğuktan titriyordum ve o, sessiz fabrikaya doğru ilerlerken, bir robot gibi ben de peşinden gittim. Elimde bütün bir sayfa açıklama vardı: Buhar çekicini kullanmak için bilmem gereken şeyler.

Durmadan veya arkasına bakmadan, yanından geçtiği sırada buhar çekicini kontrol eden paneli işaret etti. Ben daha ileri gitmedim ve onun korkunç cihazın önünde duruşunu izledim.

Diz çöktü; örtüyü dikkatlice başına sardı ve sonra zemine uzandı.

Çok zordu. Eşimi öldürmüyordum. Andre, zavallı Andre uzun zaman önce ölmüştü, sanki yıllar önce. Yalnızca onun son isteğini yerine getiriyordum… Ve kendiminkini…

Tereddüt etmeden, gözlerim uzun, durgun bedenin üzerindeyken, “darbe” düğmesine sıkıca bastırdım. Metalik kütle yavaşça düştü. Metalin çınlayan tangırtısı, aynı anda rahatça duyulan keskin çatırdama kadar irkiltmedi. Eşimin… O şeyin bedeni, bir saniye kadar titredi ve sonra hareketsiz kaldı.

Bu sırada kolunu, sinek bacağını, çekicin altına koymayı unuttuğunu fark ettim. Polis anlamazdı, ancak bilim insanları anlardı, ve anlamamalılardı! Bu da Andre’nin son isteğiydi!

Çabuk olmalıydım; gece bekçisi çekici duymuş olmalıydı ve her an gelebilirdi. Diğer düğmeye bastım ve çekiç yavaşça yükseldi. Görerek, ama bakmamaya çalışarak, koştum, eğildim ve korkunç şekilde hafif gelen sağ kolunu kaldırarak ileri doğru hareket ettirdim. Panele geri döndüm, kırmızı düğmeye tekrar bastım ve çekiç ikinci kere aşağı indi. Sonra eve kadar koştum.

Geri kalanını biliyorsun ve doğru olduğunu düşündüğün şey her neyse, yapabilirsin.

Helene’in elyazması bu şekilde bitti.

 

◄ Bir önceki bölüm Bir sonraki bölüm ►