edebiyat

Edward Page Mitchell’dan ‘Geriye Giden Saat’

 

◄ Bir önceki bölüm Bir sonraki bölüm ►

 

II

Gertrude Teyze bana banka fonlarını, petrol hisselerini, demiryolu ve şehir tahvillerini bıraktı; Harry’ye de saati. O zamanlar bunun oldukça eşitsiz bir paylaşım olduğunu düşünmüştük; bu şaşırtıcıydı, çünkü onun en sevdiği yeğeni gibi kuzenim görünmüştü. Yarı ciddi bir tavırla kadim saati ayrıntılı bir şekilde inceledik; gizli bölmeler bulmak için çeşitli yerlerine vurarak sesleri karşılaştırdık; hatta pek de karmaşık olmayan mekanizmayı dikiş iğnesi ile araştırarak, eksantrik akrabamızın durumu değiştirecek bir ek vasiyet veya başka türden bir belge saklayıp saklamadığını bulmaya çalıştık. Hiçbir şey bulamamıştık.

Vasiyetinde, Leyden Üniversitesi’ne yazılmamızla ilgili bir madde vardı. Savaş sanatı konusunda az, hazırolda dikilme konusunda ise pek çok şey öğrendiğimiz askeri okuldan ayrılarak, gecikmeden bir gemiye bindik. Saati de yanımızda götürdük. Birkaç ay geçmeden, Breede Straat’taki bir odanın köşesine yerleştirilmişti.

Jan Lipperdam’ın yaratıcılığının eseri böylece kendi memleketine dönmüştü ve tutarlılığından ödün vermeden üçü çeyrek geçeyi göstermeye devam etti. Saatin yapımcısı neredeyse üç yüz yıldır toprağın altındaydı. Leyden’deki haleflerinin zanaattaki toplam becerileri, onun ne ileri ne de geri gitmesini sağlayabildi.

Şimdiden kasaba sakinleri, profesörler ve karşılaştığımız bizim gibi sekiz yüz küsur öğrenciye derdimizi anlatabilecek kadar Felemenkçe öğrenmiştik. İlk bakışta zor görünen bu dil, aslında yalnızca kutuplaşmış bir İngilizcedir. Bir süre kurcalarsanız, cümlelerdeki tüm kelimelerin değiştirildiği sonra da yanlış yerlerden bölündüğü basit kriptogramlar gibi bir anda kavrayıverirsiniz.

Edinilen dilin ve çevrenin yeniliği geçince, tahammül edilebilir sıradan işlerle uğraşmaya başladık. Harry gayretlerini sosyoloji alanına vakfetti; yuvarlak yüzlü ve hiç de kaba olmayan Leyden kızları çalışmalarında özel bir yer kaplıyordu. Bense yüksek metafiziğe yöneldim.

Kendi ilgili çalışmalarımız haricinde, bitmek tükenmek bilmeyen bir ilgi alanının ortak zemininde buluşmuştuk. İlginç bir şekilde yirmi fakülte veya öğrencilerden hiçbirinin bu güzel kentin tarihçesiyle zerre kadar ilgilenmediğini gördük; hatta üniversitenin kendisinin Orange Prensi tarafından kuruluşuna ait olaylarla bile. Genel ilgisizliğin tam aksi tarafında bulunan bir kişi vardı: Profesör Van Stopp; spekülatif felsefenin sisli yollarında rehberim olarak seçtiğim kişi.

Bu seçkin Hegelci, tütün gibi kurumuş, küçük yaşlı bir adamdı; kafasındaki takke, bana garip bir şekilde Gertrude Teyzeninkini anımsatıyordu. Eğer öz kardeşi olsaydı, yüz benzerliği bundan daha fazla olamazdı. Bunu ona bir keresinde, birlikte Stadhuis’te, kuşatmanın kahramanı Burgomaster Van der Werf’in portresine bakarken söyledim. Profesör güldü. “Sana daha da olağandışı bir rastlantı göstereceğim,” dedi ve salon boyunca Warmers tarafından yapılmış, büyük kuşatmaya ait bir resme doğru götürdü. Savunmaya katılan kasabalı figürlerinden birini işaret etti. Dediği doğruydu. Van Stopp pekâlâ bu kasabalının oğlu olabilirdi; veya kasabalı, Gertrude Teyzenin babası…

Profesör bizi çok seviyor gibiydi. Rapenburg Straat’taki eski bir binada bulunan dairesine sık sık gidiyorduk; 1574’ten önce inşa edilmiş nadir binalardan biriydi. Bizi, şehrin kenarları kavak kaplı dümdüz yolları olan güzel banliyölerinde gezdirirken; biz de anılarımızda Sheepscot nehrinin kıyısına dönerdik. Bizi şehir merkezindeki eski Roma kulesinin tepesine çıkardı ve üç yüzyıl önce endişeli gözlerin Amiral Boisot’un yönetimindeki donanmanın su altındaki havzalar boyunca ağır ilerleyişini izlediği aynı mazgallı siperlerden büyük Landscheiding kanalını gösterdi. Bu kanal sayesinde Boisot’un yönetimindeki Zelandalılar şehre gelebilmiş ve yiyecek getirebilmişlerdi. Bize İspanyol Valdez’in Lyderdorp’taki karargahını gösterdi ve nasıl Ekimin ilk gününde göklerin gönderdiği şiddetli bir kuzeybatı fırtınasının, normalde sığ olan suları derinleştirdiğini ve Zoeterwoude ile Zwieten arasındaki donanmayı Lammen’deki kıtlık içerisindeki sakinlerin yardımına yetişmesi için, onlarla kuşatmacıların arasındaki son engel olan kaleye kadar sürüklediğini anlattı. Sonra da bize kuşatmacı ordunun geri çekilmesinden bir gece önce Leyden surlarında, Cow Kapısı yakınında Lammenli Valonlar tarafından açılan devasa gediğin yerini gösterdi.

“Vay canına!” diye bağırdı Harry, profesörün anlatımındaki güzellikle ateşlenerek, “bu kuşatmadaki belirleyici andı.”

Profesör hiçbir şey söylemedi. Kollarını kavuşturmuş bir halde dururken, dikkatle kuzenimin gözlerinin içine bakıyordu.

“Çünkü,” diye devam etti Harry, “eğer bu nokta gözlenmiyor olsa veya savunma başarısız ve Lammen’den gelen gece saldırısı başarılı olsaydı, kasaba yakılacak, ve sakinleri de Amiral Boisot’un ve yardıma gelen donanmasının gözleri önünde katledilecekti. Bu gediği kim savundu?”

Van Stopp, yavaşça, sanki her kelimesini tartıyor gibi cevapladı:

Tarihsel olarak, kuşatmanın son gecesinde şehrin surları altındaki madende bir patlama olduğu kaydedilmiştir; savunmanın seyri veya savunucuların isimleri belli değildir. Oysa, şimdiye kadar yaşamış hiçbir insan, kaderin bu isimsiz kahramana yüklediği kadar sorumluluk yüklenmemiştir. Onun bu beklenmedik tehlikeye doğru yönelmesine neden olan yalnızca şans mıdır? Eğer başarısız olsaydı olacakları bir düşünün. Leyden’in düşüşü, Orange Prensi ve özgür eyaletler için umudun sonu olacaktı. Philip’in zorbalığı yeniden kurulacaktı. Dini özgürlük ve halkın kendi kendini yönetmesi fikirleri ertelenecekti; kim bilir kaç yüzyıl? Eğer Birleşik Hollanda olmasaydı, Amerika Birleşik Devletleri diye bir cumhuriyet olabilir miydi; kim bilir? Dünyaya Grotius, Scaliger, Arminius ve Descartes’ı veren üniversitemiz, bu kahramanın surlardaki gediği başarılı bir şekilde savunmuş olması üzerine kurulmuştur. Bugün burada oluşumuzu ona borçluyuz. Hayır, varlığımızı ona borçluyuz. Sizin atalarınızı da Leydenliydi; o gece, onların hayatları ve surların dışındaki kasaplar arasında, bu kahraman vardı.”

Küçük profesör karşımızda anıt gibi büyüyordu; adeta heyecan ve vatanseverlikten oluşan bir dev gibiydi. Harry’nin gözleri parlıyordu ve yanakları kızarmıştı.

“Evinize dönün çocuklar,” dedi Van Stopp, “ve Leyden sakinleri gözlerini Zoeterwoude’ye ve donanmaya doğru çevirmişlerken, surlarda, Cow Kapısı’nın hemen ötesinde, tetikte bir çift göz ve cesur bir yürek olduğu için Tanrıya şükredin!”

 

-ooo-

 

◄ Bir önceki bölüm Bir sonraki bölüm ►