edebiyat

Bir Zamanda Yolculuk Öyküsü: ‘Kendi Çizme Kayışlarından’ (Robert A. Heinlein)

 

◄ Bir önceki bölüm Bir sonraki bölüm ►

 

V

Bob Wilson, Zaman Geçidi denen girdaba adım attı.

Geçiş sırasında hissedilen belli bir şey yoktu. Perdeli bir kapıdan daha karanlık bir odaya geçmek gibiydi. Diğer tarafta bir an duraksadı ve gözlerinin karanlığa alışmasını bekledi. Gerçekten de kendi odasında olduğunu fark etti.

Odada, kendi çalışma masasında oturan bir adam vardı. Diktor bu konuda haklı çıkmıştı. O zaman bu adam, Geçitten diğer tarafa geçirmesi gereken kişiydi. Diktor onu tanıyacağını söylemişti. Evet, bakalım kimmiş.

Kendi odasındaki, kendi masasında birinin oturduğunu gördüğünde bir an için içerlemişti; ama sonra bu his geçti. En nihayetinde kiralık bir odaydı; ortadan kaybolduğunda şüphesiz başka birine kiralanmıştı. Kimseye ne süreyle gideceğini söylemeye fırsatı olmamıştı – lanet, bir sonraki haftanın ortası bile olabilirdi!

Yalnızca sırtını görebiliyor olmasına rağmen, adam belli belirsiz tanıdık geliyordu. Kimdi bu? Ona seslenip, kendisine doğru dönmesini sağlasa mıydı? Kim olduğunu anlayana kadar bu konuda belirsiz bir isteksizlik hissediyordu. Bu hissi kendi kendine, bu adamı Geçitten geçmek gibi sıra dışı bir şeye ikna etmeden önce kiminle karşı karşıya olduğunu bilmesi gerektiğini söyleyerek açıkladı.

Adam masada daktiloyla yazmaya devam ediyordu; sonra bir an duraksayarak küllükte sigarasını söndürdü ve küllüğün üzerine bir kağıt tutucu yerleştirdi.

Bob Wilson bu harekete aşinaydı.

Sırtından soğuk ter boşandı. “Eğer bir tane daha yakarsa,” diye fısıldadı kendine, “bunu sanırım şöyle yap—”

Masadaki adam, bir sigara daha aldı, bir tarafından içeri doğru sıkıştırdı, sonra çevirip diğer ucundan da sıkıştırdı, bir ucundan kağıdı düzleştirip sol başparmağı ile katladı ve o ucundan dudağına yerleştirdi.

Wilson, kalbinin atışını boynunda hissediyordu. Orada arkası dönüp oturan adam kendisiydi, Bob Wilson!

Kendisini bayılacak gibi hissetti. Gözlerini kapattı ve kendine gelmek için arkasındaki koltuğa oturdu. “Biliyordum,” diye düşündü, “tüm bu olanlar saçmalık. Ben deliyim. Bir çeşit kişilik bölünmesi… O kadar fazla çalışmamalıydım.”

Daktilo sesi devam ediyordu.

Kendisini toparladı ve durumu tekrar gözden geçirdi. Diktor şok geçireceğini belirtmişti; inanılamayacağı için önceden açıklanamayacak bir şok. “Pekâlâ—deli olmadığımı düşünelim. Eğer zamanda yolculuk mümkünse, geri dönüp kendimi geçmişte yaptığım bir şeyi yaparken görmemem için bir neden yok. Eğer aklımı yitirmediysem, şu an yaptığım şey bu.”

“Ve eğer deliysem, ne yapacağımın en ufak bir önemi yok!”

“Dahası,” diye ekledi kendi kendine, “eğer deliysem, belki deli olmaya devam edip, Geçitten geri gidebilirim! Hayır, bunun bir anlamı yok. Ama olanların hiçbirinin bir anlamı yok—canı cehenneme!”

Yavaşça ileri süzüldü ve ikizinin omzu üzerinden uğraştığı şeye baktı. “Süre, varlığın genel bir özelliği değil”, diye yazıyordu, “bilincin bir niteliğidir.”

“Bu kadarı yeter,” diye düşündü, “başladığım noktaya döndüm ve kendimi tezimi yazarken izliyorum.”

Daktilo sesi devam etti. “Ding an Sich değildir. Bu nedenle —” Bir tuş takıldı ve diğerleri de onun üzerine yığıldı. Çalışma masasındaki ikizi küfretti ve tuşları düzeltmek için ileri uzandı.

“Hiç uğraşma,” dedi Wilson ani bir dürtüyle. “Bir araba zırva zaten.”

Diğer Bob Wilson yerinde fırlayarak doğruldu, sonra yavaşça arkasına döndü. Şaşkınlık ifadesi, yavaşça rahatsızlığa dönüştü. “Odamda ne halt arıyorsun?” diye hesap sordu. Cevap gelmesini beklemeden ayağa kalktı; hızlıca kapıya doğru gitti ve kilidi inceledi. “İçeri nasıl girdin?”

“Bu,” diye düşündü Wilson, “zor olacak.”

“Şundan,” diye cevapladı Wilson, Zaman Geçidini işaret ederek. İkizi işaret ettiği tarafa baktı, gözlerine inanamayıp tekrar baktı ve sonra temkinli bir şekilde yaklaşarak, dokunmak için uzandı.

“Yapma!” diye bağırdı Wilson.

Diğeri hareketini durdurdu. “Neden?” diyerek sorguladı.

Wilson, diğer kendsinin Geçide dokunmamasına neden izin vermemesi gerektiğini açık bir şekilde bilmiyordu; fakat bunun gerçekleşeceğini gördüğünde bir felaket yaşanacağına dair, başka bir şeyle karıştırılamayacak bir duyguya kapılmıştı. “Açıklayacağım. Ama önce bir şeyler içelim,” diyerek zaman kazandı. Bir şeyler içmek, her halükârda iyi bir fikirdi. Bir içkiye şu ankinden daha fazla ihtiyaç duyduğu bir an olmamıştı. Otomatik bir hareketle içkisini her zaman koyduğu dolaptaki zulaya doğru uzandı ve orada olduğunu bildiği şişeyi çıkardı.

Diğeri “Hey!” diye itiraz etti. “Ne yaptığını sanıyorsun? O benim içkim.”

“Senin içkin—” Kahretsin! O kendi içkisiydi. Hayır, değildi; o—onların içkisiydi. Ah, lanet olsun! Açıklanamayacak kadar karışıktı. “Özür dilerim. Biraz içsem sorun olmaz, değil mi?”

“Olmaz herhalde,” dedi ikizi kinci bir tavırla. “Hazır elindeyken bana da bir bardak koy.”

“Tamamdır,” diye yanıtladı Wilson, “sonra da açıklayacağım.” Bir şeyler içmeden açıklamanın çok, çok zor olacağını hissediyordu. Olduğu şekliyle, kendisine bile tam olarak açıklayamıyordu.

“İyi bir açıklama olsa iyi olur—” diye uyardı diğeri; ve içkisini içerken dikkatle Wilson’u izledi.

Wilson, genç halinin kendisini incelemesini, kafası karışık ve neredeyse katlanılmaz duygular içerisinde izledi. Bu geri zekâlı karşısında kendi suratını görünce tanıyamıyor muydu? Eğer durumun ne olduğunu anlayamazsa, kendisi ne yapıp da anlamasını sağlayabilirdi ki?

Aklının köşesinden, her halükârda, güzelce hırpalanmış ve tıraşsız yüzünün şu an zor tanınacak halde olduğu geçmişti. Hatta daha da önemlisi, bir kişinin kendi yüzüne, aynada baktığı anda dahi, başka birinin yüzüne bakarkenki ruh halinde bakmadığını hesaba katmamıştı. Aklı yerinde hiçbir insan, kendi suratını bir başkasınınkinde ortaya çıkmasını beklemezdi.

Wilson, karşısındakinin görünüşü yüzünden aklının karıştığını görebiliyordu; fakat hiçbir tanımanın gerçekleşmediği de açıktı. Diğer adam aniden “Kimsin sen?” diye sordu.

Wilson, “Ben mi?” diye cevapladı. “Beni tanımadın mı?”

“Emin olamıyorum. Seni daha önce görmüş müydüm?”

“Şey—tam olarak değil,” diye geçiştirdi Wilson. Başka bir adama, ikinizin ikizlerden bile daha yakın olduğunuzu nasıl açıklayabilirdiniz ki? “Geçelim bunu—bilmiyorsundur.”

“Adın nedir?”

“Adım mı? Ee—” Ah, ah! Bu kötü olacaktı! Bütün bu durum düpedüz saçmalıktı. Ağzını açtı; kelimelere “Bob Wilson” şeklini vermeye çalıştı; sonra tamamen boşuna uğraştığı hissiyle vaz geçti. Kendisinden önceki bir çok kişi gibi, kendisini, gerçek on yalın anlamıyla inanılmaz olduğu için yalan söylemeye zorlanırken buldu. Cümlesini “Bana Joe diyebilirsin,” diye bitirdi ikna edici olmayan bir şekilde.

Aniden kendi söyledikleri yüzünden irkildi. Tam olarak bu anda, kendisinin “Joe” olduğunu anladı; daha önce kendisinin de karşılaştığı Joe. Anladı ki, tam olarak kendi tezi üzerinde çalışmayı bıraktığı ana dönmüştü. Bunu zaten fark etmişti ancak meseleyi düşünecek fırsatı olmamıştı. Kendini, kendisine Joe diye hitap ederken görmek, bunun benzer bir sahne değil, daha önce tam olarak ayını şekilde başından geçmiş bir sahne olduğu şeklinde yüzüne tokat gibi çarptı—tek fark, olayları başka bir bakış açısından yaşamasıydı.

En azından aynı sahne olduğunu düşünmüştü. Farklı olan herhangi bir tarafı var mıydı? Emin olamıyordu, çünkü konuşmayı kelimesi kelimesine hatırlayamıyordu.

Konuşmanın hafızasında kullanılmadan duran tam dökümü için yirmi beş dolar artı vergiyi seve seve ödeyebileceğini düşündü.

Ama bir dakika bekleyin—kendisini zorlanmış hissetmemişti. Bundan emindi. Yaptığı ve söylediği her şey, kendi özgür iradesinin sonucuydu.

Metni hatırlayamasa da, “Joe”nun söylememiş olduğu şeyler olduğunu biliyordu. Örneğin, “Mary’nin küçük bir kuzusu var,” gibi. Bir çocuk tekerlemesi söyleyip, anında tekrar edip duran bu lanet döngüden çıkabilirdi. Ağzını açtı—

“Tamamdır, Joe Adın-Her-Neyse,” dedi diğer kişiliği, biraz öncesine kadar içerisinde çeyrek kadeh cin olan bardağı bırakırken, “anlat bakalım ve kısa tut.”

Soruyu cevaplamak için tekrar ağzını açtı; sonra kapattı. “Sakin ol, evlat, sakin,” dedi kendi kendine. “Sen özgür bir varlıksın. Tekerleme mi söylemek istiyorsun—söyle gitsin o zaman. Ona cevap verme; tekerlemeyi söyle ve bu korkunç çemberi kır.”

Ancak karşısındaki adamın dost canlısı olmayan şüpheci bakışları altında, hiçbir tekerleme hatırlayamıyor olduğunu fark etti. Zihinsel süreçleri tamamen durmuştu.

Teslim oldu. “Öyle yapacağım. Şu içinden geçerek geldiğim zımbırtı—bu bir Zaman Geçidi.”

“Ne?”

“Zaman Geçidi. Geçidin iki tarafında da zaman akıyor—” Konuşurken soğuk ter döktüğünü hissetti; açıklamanın kendisine ilk yapıldığı sırada kullanılan kelimelerin tam olarak aynılarını kullandığından neredeyse emindi. —”bu çembere girip gelecekten çıkabilirsin.” Durakladı ve alnını sildi.

“Devam et,” dedi diğeri acımasızca. “Dinliyorum. Güzel bir hikâye.”

Bob aniden, bu diğer adamın gerçekten kendisi olup olamayacağını düşündü. Adamın tavırlarındaki kibirli dogmatizm onu çileden çıkarmıştı. Tamam, tamam! Ona gösterecekti. Aniden dolaba doğru gitti; şapkasını aldı ve Geçide fırlattı.

Karşısındaki aniden yapılan şapka hareketini ifadesiz gözlerle izlemişti, sonra ayağa kalkıp Geçidin arkasına dolandı; birazcık sarhoş olan, ama bunu belli etmek istemeyen birini dikkatli adımlarıyla hareket ediyordu. Şapkanın yok olduğu konusunda tatmin olunca, “İyi numara,” diyerek alkışladı. “Şimdi şapkamı geri verebilirsen sevinirim.”

Wilson kafasını salladı. “Geçince kendin alabilirsin.” Diye cevapladı düşünmeden. Geçidin diğer tarafında kaç tane şapka olabileceğini düşünüyordu. “Ha?”

“Doğru söylüyorum. Dinle—” Wilson, önceki karakterinin ne yapmasını istediğini elinden geldiğince ikna edici bir şekilde açıklamaya çalıştı. Ya da daha doğrusu kandırmaya…

Herhangi bir anlamda açıklama yapmak söz konusu değildi. Avusturalyalı bir aborijine tensör cebri anlatmayı tercih ederdi; bu ezoterik matematiği kendi de anlamıyor olmasına rağmen.

Karşısındaki adam da yardımcı olmuyordu. Wilson’un mantıksız itirazlarını dinlemektense, cini içmek konusunda daha ilgili görünüyordu.

Hırçın bir şekilde “neden?” diye sözünü kesti.

“Lanet olsun,” dedi Wilson, “bir an önce geçsen, açıklama yapmaya gerek kalmayacak. Yine de—” Diktor’un teklifinin bir özetini vererek devam etti. Rahatsız edici bir şekilde Diktor’un kendi açıklamalarında son derece belirsiz konuşmuş olduğu fark etti. Argümanının mantıksal kısımlarının yalnızca en üst noktalarına değinip, daha çok duygusal çekiciliğe başvurmak zorunda kaldı. Bu şekilde güvenli bir alanda kalmış oluyordu—daha önceki Bob Wilson’un akademik kariyerin değersiz angaryaları ve boğucu atmosferinden ne kadar bıkmış olduğunu, kendisinden daha iyi bilecek kimse yoktu. “Hayatını tatlı su üniversitelerinde mankafalara ders anlatarak geçirmek istemiyorsun, öyle değil mi?” diye bitirdi. “İşte fırsatın. Kaçırma!”

Wilson karşısındakini yakından izliyordu ve lehine bir tepki aldığını düşündü. Kesinlikle ilgilenmiş görünüyordu. Ancak diğeri bardağını dikkatlice bıraktı, cin şişesine baktı ve sonunda dedi ki:

“Benim sevgili dostum, atlıkarıncana binmeyeceğim. Neden biliyor musun?”

“Neden?”

“Çünkü sarhoşum da o yüzden. Sen burada değilsin. Şu, orada değil.” Geçide doğru abartılı bir hareket yaptı; neredeyse düşüyordu ama çaba harcayarak dengesini geri kazandı. “Burada benden başka kimse yok, ve ben de sarhoşum. Çok uzun süre çalıştım,” diye homurdandı. “Ben yatıyorum.”

Wilson umutla “sarhoş değilsin,” diye itiraz etti. “Lanetler olsun,” diye düşündü, “bir insan içmeyi bilmiyorsa, içmemeli.”

“Sarhoşum. Kartal kalkar dal sarkar dal sarkar kartal kalkar.”

Wilson kolunu kavradı. “Bunu yapamazsın.”

“Onu rahat bırak!”

 

-ooo-

 

◄ Bir önceki bölüm Bir sonraki bölüm ►