bilim

Büyük Sessizlik: Herkes Nerede? (David Brin)

 

BÜYÜK SESSİZLİK:
Dünya Dışı Zeki Yaşam Üzerine Tartışmalar

 

Yazan: Glen David Brin
Orijinal adı: The Great Silence, 1983

{küme parantezleri ve bağlantılar çevirene aittir.}

 

ÖZET

Dünya dışı teknolojik uygarlıklarla karşılaşma ihtimallerine dair yakın tarihli tartışmaların bir paradoks ile karşı karşıya kaldığı açıktır. Eğer bugünlerde birçok kişinin ileri sürdüğü gibi, göreli olmayan hızlarda yıldızlararası keşif ve yerleşim mümkünse, bu durumda uzay gezgini olan türlerin veya bunlara ait vekil makinaların galaksiye halihazırda yayılmış olmaları gerektiğine işaret eden akla yatkın hesaplamalar yapılmıştır. Burada “Büyük Sessizlik” olarak adlandırılacak, dünya dışı medeniyetlerin varlığına ait bir kanıt bulunmaması durumu, mevcut modellere ciddi sorumluluklar yüklemektedir.

Mevcut zorlukların çoğu probleme ait parametrelerin yeterince araştırılmamış olmasından kaynaklanmaktadır. Yapılan değerlendirme, mevcut yaklaşımların fazla basit olabileceğine işaret etmektedir.

 

GİRİŞ

Dünya dışındaki zeki yaşam ihtimali soyut spekülasyon alanından çıkarak kamusal siyaset tartışmaları alanına dahil olmuştur. 1981’in sonlarında SETI (Radyo ile Dünya Dışı Zeki Yaşam Araştırması) için ayrılan 2 milyon dolarlık mütevazı federal fon, Birleşik Devletler Meclisi tarafından kesilmiştir. Muhaliflerin başını çeken Senatör William Proxmire, bazı bilim insanlarının ileri dünya dışı teknolojik türlerin var olamayacağına dair inancını ifade eden bir Physics Today (1) makalesine gönderme yapmıştır.

Önemli araştırma başlıklarından pek azı hem bu kadar yetersiz veriye, yersiz ve önyargılı çıkarımlara sahip iken hem de insanlığın gelecekteki kaderi ile bu kadar yakından ilgilidir. Ornstein ve ark. (2), Crick & Orgel (3), Sagan (4) ve diğer önde gelen bilim adamları, birkaç istisna hariç, uyumsuz argümanlar ile çelişkili sonuçlara batmış tartışmalar içerisine sürüklenmişlerdir.

Felsefi savaş cephelerinin sınırları, basit bir akıl yürütmenin yaşam ve zekânın görece yaygın olduğu bir Evren’e işaret ettiğini ileri süren “Temas İyimserleri” ile Yeryüzü’nün, galaksimizde teknik bir uygarlık barındıran muhtemelen ilk ve tek mekân olduğunu iddia eden “Eşsizlik Hipotezi” taraftarları arasına çizilmiştir.

Dünya dışı zeki türlerin {İng. extra-terrestrial intelligent species} varlığını reddedenlerin çoğu, argümanlarını, uzay yaşam alanları ile yıldızlararası yolculuğun en azından kavramsal olarak mümkün olması (2, 3, 4, 5, 6, 7, 7a, b) ve insanlık tarafından birkaç yüzyıl içerisinde gerçekleştirilebilme ihtimalinin giderek daha fazla kabul görmesi üzerine kurmaktadır. Bu kimseler, gerekli araçlara sahip ve istekli olan bir tek teknolojik türün dahi tüm galaksiyi yaklaşık 108 yıl içerisinde kolonileştirebileceğini ve dolayısıyla halihazırda kolonileştirmiş olması gerektiğini ileri sürmektedirler (1, 8, 9). Eşsizlik hipotezinin öncülüğünü yapan Tipler(1, 2, 10, 11), John von Neumann’ın kendi kendine çoğalan robotlar fikrinin bir türünü geliştirerek, canlı gezginlere ait biyolojik kısıtlamaların hiçbirine tabi olmayan bu otomatik çoğalan vekil makinaların Samanyolu’na yaklaşık 106 yıl içerisinde yayılabileceklerini ileri sürmüştür.

Bu mantık zincirine ilaveten, görünürde dünya civarında yakın geçmişte herhangi bir zamanda dünya dışı zeki yaşam bulunmuş olduğuna dair herhangi bir kanıt olmayışı, Hart (9), Tipler, Jones (8) ve Bond (12) gibi bazı kişilerin bu türden yayılmacı bir dünya dışı zeki türün hiçbir zaman var olmamış olduğu sonucuna varmalarına neden olmuştur.

Karşılık olarak, Carl Sagan gibi “Temas İyimserleri”, kolonileştirmeden veya hatta komşularını keşfetmekten ve onlarla iletişime geçmekten neden kaçınabileceklerini açıklamak için dünya dışı yaşama ait güdülenmeler belirlemeye çalışmaktadır (4, 9, 13, 14, 15, 61).

“Zenoloji” {İng. Xenology} felsefi kesinliğe izin veren bir alan değildir. Taraflar, dürüstçe itiraf edilen kişisel önyargılar ile belirlenmiştir. Bu makalede uzaylı zekâ sorusunu, soruyu çevreleyen, her biri tek başına incelenebilecek mantıksal öğelere bölmeye çalışacağım.

 

“BÜYÜK SESSİZLİK” İKİLEMİ

1950’li yılların sonu ila 1970’lerin başları arasında SETI sorusu hakkındaki tartışmaların çoğu zeki yaşamın, galaksi içerisinde yaygın bir şekilde ve rastgele dağılmış, birbirlerinden yalıtılmış ve sonrasında da sonsuza kadar yalıtık kalan konumlarda evrimleşiyor olması şeklindeki bir tek varsayım etrafında dönmekteydi. Yıldızlararası yolculuğun neredeyse imkânsız olduğu varsayılmaktaydı. Zekâ “adacıkları,” birbirleriyle yalnızca elektromanyetik sinyaller ile iletişime geçebilirdi (16, 17). Bu mantık zinciri, yaşam barındıran, yakın yıldız sistemlerinin radyo trafiklerini keşfetmeyi amaçlayan projeler olan OZMA, CYCLOPS, SETI ve CETI‘nin ortaya çıkmasına neden oldu.

Son 20 yılda Batı ve Sovyetler tarafından sarf edilen çabalar neredeyse hiçbir sonuç vermemiş olmasına rağmen, SETI taraftarları, yakın zamana kadar cesaretlerinin kırılması için hiçbir bir neden görmediler. Pek az zaman ve para harcanmıştı, ve, “adacıklar” mantığına göre aramanın onyıllar süreceğini düşünmek için birçok neden vardı.

Diğer taraftan, günümüzde “adacıklar” modelinin artık kabul görmemesi ile beraber, bu sabır tükenmeye başlamıştır. Bunun yerini almak üzere “Büyük Sessizlik Gizemi” olarak adlandırılabilecek bir ikilem geliştirildi.

Zenolojik araştırmaların odağında, ilk kez Cornell Üniversitesi’nden Frank Drake tarafından ileri sürülen “Drake denklemi” bulunmaktaydı ve bu günümüzde de geçerlidir (17b). Bir zamanlar kullanışlı olan bu araç, günümüzde konuyu kapsayabilmek için açıkça yetersizdir.

“Drake denklemi” şu şekildedir:

\[E = R{f_g}{n_e}{f_l}{f_i}{f_c}L\quad\quad[1]\]

Burada,

  • \(E\) = herhangi bir anda, galakside bulunduğu düşünülen, teknolojik uygarlıkların evrimleştiği ve şu an var olmaya devam ettiği konumların sayısı,
  • \(R\) = ortalama galaktik yıldız üretim oranı,
  • \(f_g\) = gezegenleri bulunan “iyi,” kararlı cüce yıldızların oranı,
  • \(n_e\) = sistem başına (üzerinde yaşam için gerekli koşulların oluşabileceği) “aday” gezegenlerin sayısı,
  • \(f_l\) = bu gezegenlerin üzerinde yaşamın ortaya çıkma oranı,
  • \(f_i\) = yukarıdaki oran içerisinde zekanın evrimleşme oranı,
  • \(f_c\) = tespit edilebilir teknolojiler geliştiren zeki türlerin oranı,
  • ve \(L\) = bu tür bir teknolojik kültürün ortalama yaşam süresidir.

Bugünkü tartışmanın her iki tarafı da bu denklemi bu alandaki çalışmalar için temel araç olarak görmektedir. Anlaşmazlıklar, temel olarak yukarıda tanımlanan çarpanlara atanacak değerler konusundadır. Örneğin, Sagan gibi Temas İyimserleri, denklem [1]’in sonuçlarının, kesir halindeki çarpanların mertebe büyüklüklerindeki değişimlerden yalnızca orta düzeyde etkileneceğini ileri sürmektedir. 1960’lar boyunca neredeyse hiçbir karşı çıkışın olmadığı bu mantığı kullanarak, her bir kesre 0,001 ila 1,0 arasında değerler atamışlardır (16, 17). Bu durumda kontrol çarpanı, dünya dışı zeki türlerin yaşam süresi olan \(L\) olmuştur. Eğer \(L\) büyükse, bu durumda dünya dışı zeki türlerin kendiliğinden rastgele ortaya çıktığı pek çok konum olması gerekir (14, 16). Eğer \(L\) küçükse, bu durumda \(E\) de küçük olur ve konumlar arasındaki mesafe muazzamdır.

Jones gibi Eşsizlik savunucuları da Drake denklemini kullanmaktadır. \(E\)’nin çok küçük olduğuna işaret eden dünya dışı zeki türlerin görünürdeki yokluğundan yola çıkarak, kesir halindeki çarpanların aslında çok küçük olduğunu ileri sürmektedirler. Leonard Ornstein ve diğerlerinin yaşam veya zekâ veya her ikisinin birden aşırı derecede düşük olasılıklı olaylar olduğu kanısında olduklarını gösteren şekilde, \(f_l\) ve \(f_i\) için 10-18 kadar küçük sayılar dahi önerilmiştir (2, 12, 18).

Bugünkü sorunun bir kısmı, Drake denkleminin eksik olmasından kaynaklanmaktadır. Denklem [1], şu anki ifadesiyle yalnızca dünya dışı zeki türlerin aniden ortaya çıkacağı konumların sayısını vermektedir ve dünya dışı zeki türler ile çağcıl insan toplumunun temas kesiti hakkında doğrudan hiçbir şey söylemez; hiçbir gözlemlenebilir olay öngörüsünde bulunmaz. Ayrıca, yıldızlararası göreli-olmayan uzay yolculuğunun gittikçe daha fazla kabul görmesinden kaynaklanan paradigma değişimini de hesaba katmaz.

Değiştirilmiş bir formülasyon bu sorunları çözecektir. \(C\)’yi yirminci yüzyıl insanlığı ile dünya dışı teknolojik türler arasında doğrulanabilir temas olasılığı olarak tanımlarsak, aşağıdaki şekilde yazabiliriz:

\[C = \left( {1/N^*} \right)\sum\limits_{j = 1}^E {{A_j}\left( {{n_j} + 1} \right)} \quad\quad[2]\]

Burada \(E\), Drake denkleminde tarif edildiği gibi, teknolojik kültürlerin kendiliğinden evrimleştiği konumların sayısıdır. Burada, bir toplamın limiti şeklinde kullanılmıştır. Teknolojik uygarlığın evrimleştiği –veya von Neumann robot vekillerinin gönderildiği– her \(j\)’inci konum, örneklendiği anda \(n_j\) komşu sisteme yerleşmiş olacaktır (burada \(n_j\), denklem [3]’de belirtildiği şekilde sıfır da olabilir. \(n_j\) = 0 ise yalnızca başlangıç gezegeninde bulunuluyor olacaktır). Örneklem uzayındaki tüm yerleşilmiş konumların toplamı, bölü, örneklenen toplam yıldız sayısı, \(N^*\), temas olasılığı için kabaca ancak kullanışlı bir ölçü sağlar.

(Bu ifadeyi daha kullanışlı hale getirmek için \(N^*\)’ı, kısa ömürlü devleri, yakın ikili sistemleri, kararlı olmayan yıldızları ve makul SETI senaryolarından çıkarılan diğerlerini çıkararak, “aday” yıldızlar şeklinde yeniden tanımlayalım.)

\(A_j\) insanlığın genişleyen her uygarlık ile olan, temas başlatma/temastan kaçınma, yaşam şekli çeşitleri, radyonun varsayımsal “ileri teknolojiler” nedeniyle terk edilmesi ve yakınlardaki dünya dışı zeki türlerin konumlarının daha fazla veya daha az gözlemlenebilir olmasına neden olacak diğerleri gibi etmenleri içeren “temas kesiti”dir. Örneğin, tamamen entelektüel amaçlarla yayılmacı von Neumann/Tipler türü robot vekiller kullanan dünya dışı zeki türlerin temas kesiti, komşusu oldukları konumlara, bu konumların biyosferlerini yayılmacı uzaylı yaşam biçimleri nüfusları ile istila edip, tüm radyo frekanslarını ticari radyo trafiği ile doldurarak bizzat yerleşen dünya dışı zeki türlerin temas/tespit edilebilirlik kesitine (\(A_j\)) göre daha düşük olacaktır. (Tüm \(j\)’ler için \(n_j\) = 0 ve \(A_j\) = 1 olduğunda, bu denklem Drake denklemine indirgenir.)

\(E\) değiştirilmiş bir Drake denkleminden türetilmiştir. \(A_j\) daha sonra tartışılacak olan çeşitli hipotezler tarafından etkilenmektedir. Geriye, belli bir dünya dışı zeki türler tarafından yerleşilmiş veya keşfedilmiş konumların sayısı olan \(n_j\) kalmıştır. Bu da, aşağıdaki şekilde tanımlanmaktadır:

\[{n_j} = B{f_g}{n_c}4\left( \pi \right) \cdot \int\limits_0^{R\left( j \right)} {{r^2}{e^{ – \left( {R – r} \right)vL’}}dr} \quad\quad[3]\]

Burada \(B\) yıldızların sayıca yoğunluğu ve \(R_j\), “\(j\)” türünün (küresel simetri varsayılarak) yayıldığı hacmin yarıçapıdır.

Etkin yayılma hızı, \(v\), von Hoerner (19), Jones (8), Hart (9), Kuiper ile Morris (6) ve Newman ile Sagan (4) tarafından tartışılmıştır. Bu değer, Gemi hızı –genel olarak 0,1*c’nin altında kaldığı varsayılır– ve her yerleşimde yayılmanın bir sonraki aşaması başlamadan önce nüfus ve endüstrinin yenilenmesi için gereken iyileşme süresinin bir birleşimi ile belirlenir. Bu birleştirme, söz konusu olan kolonileştirilmiş bir gezegendeki zekâ sahibi nüfuslar olsa da, başka yıldızlara doğru yola çıkmadan önce göktaşlarını işleyerek kendi kopyalarını oluşturan robot sondalar olsa da, geçerlidir.

\(L’\), dünya dışı zeki türlerin her bir kolonileştirilmiş konumda karakteristik hayatta kalma süresini temsil eder. Bu, açıkça denklem [1]’deki \(L\) ile ilişkilidir, ancak aynı şey değildir. \(L’\), ortalama bir konumun yerleşildikten sonra ne kadarlık bir süre boyunca işgal edildiğini ifade eder. Denklem [3]’ün integralinin alınması, her bir yerleşim/keşif küresi için aktif konumların sayısını verecektir.

Denklem [2]’nin üst sınırını (tespit edilebilir dünya dışı zeki türleri sayısının üst limitini) aradığımızdan, basitleştirmek için toplanan ayrık kürelerin kesişmediğini varsayalım. Örtük şekilde bir sanki-denge durumuna erişildiği bir anda görüntüyü dondurarak örnekleme yapıldığını varsayıyoruz.

Yalnızca denklem [1]’i ele aldığımızda, elimizde (modern astronomik kuramın yıldız oluşumu için iki büyüklük mertebesi içerisinde güvenilir sonuçlar sağlaması varsayımı ile) altı bilinmeyen bulunuyordu. Denklem [2] ve [3]’ü dahil ederek değişkenleri üç katına çıkardık –buna ek olarak sanki-denge yaklaşımının terk edilmesi gerekiyorsa ortaya çıkacak olası faz çarpanları da bulunuyor.

Eklenen karmaşıklık, yeni modelin iki özelliği tarafından telafi edilenden fazlasıdır. İlk olarak göreceğimiz üzere denklem [1], [2] ve [3] artık, denklem [1]’in tek başına olduğu durumun aksine, şu an literatürde tartışılmakta olan tüm kavramları kapsamaktadır. İkincisi, denklem [2] test edilebilir öngörülere sahiptir.

Burada ele alınması gereken, \(f_g\), \(n_e\), \(f_l\), \(f_i\), \(f_c\) ve \(L’\) çarpanlarıdır. Bulmacanın morfolojik parçalarının bir listesini oluşturduğumuza göre, olasılıkların bir kataloğunu çıkarmaya başlayabiliriz.

 

FELSEFİ DEĞERLENDİRMELER

SETI tartışması benzersizdir. Biyoloji, kimya, sosyoloji ve astrofiziği birleştiren modern bilim insanları hiçbir konuya bu denli eklektik bir spekülasyon dizisi taşımamıştır. Başka hiçbir alanda felsefi meseleler bu kadar dramatik bir şekilde duvara toslamamıştır.

Örneğin, Kozmolojik İlke, veya “sıradanlık varsayımı,” astronomi öğrencilerine neredeyse dini bir kanun gibi öğretilmektedir (21). Kopernik Dünya’yı kozmosun merkezinden çıkardığından beri, astronomlar, bizim çağımız ve yerimizin alelade ve sıradan olmadığını öne süren herhangi bir kurama şüpheyle yaklaşmaktadır. Evrene ait kavrayışımız arttıkça, bu ilkenin yararlı olduğu tekrar tekrar kanıtlanmıştır.

Sıradanlık kavramını salt fiziksel durumlardan, yerel yaşamın ve hatta zekâ oluşumunun, yaygın bir görüngünün tipik bir örneği olduğu çıkarımı şeklinde Yeryüzü’ndeki evrimi kapsamak üzere genişletmek 1960’ların eksobiyologlarına {İng. exobiologist} doğal görünmüştür.

(Eğer Viking görevi, bağımsız bir genetik mirastan türemiş en basit Mars mikroorganizmaları dahi olsa doğrulayabilmiş olsaydı, ortada SETI taraftarların cesaretlendirecek bir neden olurdu. Sıradanlık argümanı destek kazanırdı. Fakat bir tek veri noktasından ekstrapolasyon yapmak imkansızdır.)

Sıradanlık ilkesinin felsefi karşıtı, devasa ve çok çeşitli bir evrende dahi bir gözlemcinin özel bir yer ve zamana şahit olmasının, özellikle de gereken nitelik daha en başından orada bir gözlemcinin bulunması ise, mümkün olduğunu ileri süren “Antropik İlke“dir. Brandon Carter bu noktanın altını çizmek için Descartes’ı şu şekilde açımlamıştır: “Cogito ergo mundas est.” (“Düşünüyorum, öyleyse dünya böyledir.”) {yani, Carter’ın sözüyle, “evren, bir aşamasında, içinde gözlemcilerin yaratımına izin verecek şekilde olmalıdır.” (21)}. Eşsizlik taraftarları, Yeryüzü’nde sahip olduğumuz zeki yaşamın nadir olduğu fikrinde yanlış bir taraf görmemektedir.

Denge durumu, yeni SETI tartışmasında neredeyse tartışılmadan kabul edilen bir diğer önemli kavramdır. Henüz gelişmemiş bir bilgi alanı keşfedilmeye başlanırken, uzun zaman ölçekli doğal görüngülerin çoğu bir denge durumundaki sarsımlar olarak görülebileceği için, bir sanki-denge durumunun mevcut olduğu varsayımı genel olarak makul bir bilimsel pratik olarak görülür. Kalıcı değişiklikler genel olarak yavaştır ve evren yıldan yıla, hatta galaktik devirden devire, aşağı yukarı benzer görünümde olma eğilimindedir.

Yine de Sagan ve diğerleri, “henüz gelmemiş oldukları”nı (4, 14) ileri sürerek açıklamaya çalışarak, ortada ciddi bir dengesizlik durumu olduğu imasında bulunmuşlardır.

Tipler, Jones ve diğerleri, galaksinin –zeki yaşamın neredeyse var olmadığı– bir denge durumundan, insanlığın ticaret ve macera imkanları barındıran yıldızlarda ikamet etmek üzere yayılacağı bir diğer denge durumuna geçmek üzere olduğunu ileri sürmektedir.

Yukarıda verilenlere, görece deneysel bir “ilke” daha eklemek isteriz: Benzerliğe zorlayacak bir mekanizma olmadığı takdirde, çeşitliliğin egemen olma eğiliminde olacağını belirten bir “Münhasır Olmama İlkesi” {İng. Principle of Non-exclusiveness}. Bu fikir ileride daha ayrıntılı bir şekilde tartışılacaktır. Dünya dışı zeki türler ile Büyük Sessizliği tartışırken göreceğiz ki, kuralları belirleyen istisnalardır.

Bununla birlikte, bu ilkelerden hiçbiri bir tek gözlemlenebilir kadar ikna edici değildir. Çağcıl insan kültürünün dünya dışı zeki türler ile temas etme olasılığı olan \(C\)’yi ele alalım. İnsanların büyük çoğunluğunun şu an herhangi bu tür bir temastan habersiz olduğu ortadadır. Bu, elimizdeki olgulardan biridir. Eğer \(N^*\)’ı örneklenen F, G veya K tayf tipi kararlı cücelerin toplam sayısı şeklinde ve dünya dışı zeki türleri parseklerce uzaklıktan tespit edilebilecek teknolojiler kullanan türler şeklinde tanımlarsak, \(C\) için bir üst limit araştırmaya başlayabiliriz.

Sarf edilen SETI çabaları aşırı derecede mütevazı olmasına rağmen, proje, şu ana değin, tau Ceti, epsilon Eridani ve alfa Centauri de dahil olmak üzere, en yakındaki yaklaşık bir düzine aday yıldızı elemeyi başarmıştır (22). Bu nedenle \(C\)’ye, 0,01 ila 0,1’den düşük bir üst limit atıyoruz.

Orijinal SETI önerileri hiçbir zaman herhangi birilerinin bu kadar yakında olacağını iddia etmemiştir. En yakındaki dünya dışı zeki tür uygarlığı için tahmin edilen uzaklık geleneksel olarak 200 ışık yılı olarak tahmin edilmektedir (19, 16, 17); yani şu ana kadar incelenen kürenin çapının 10 katı. Yeni ve çok sayıda yıldız gemisi kavramları –anti-madde tahrikinden, lazer tahrikli ışık yelkenleri ve yıldızlararası uzayı kat eden nesil gemilerine kadar– olmasaydı, bir karasızlık hali henüz ortaya çıkmış olmayacaktı. Ancak, en azından, yerel zeki yaşam ile iletişim kurmaya programlanmış vekil robotların yıldızlar çevresinde yolculuk edebileceği giderek daha fazla kabul gördüğü için (5, 1, 10, 11), düşük bir \(C\) değeri, SETI’nin temel varsayımlarına –yani yaşamın yaygın ve zekânın nadir olmadığı varsayımlarına– ciddi bir yük bindirmektedir.

Yeryüzü’nde önceden uzaylı kolonileri kurulmuş olduğuna dair güçlü kanıtların olmaması (25), \(C\)’nin uzun bir süredir düşük bir değeri olduğunu gösterir; en azından son 50 milyon yıl kadarlık bir süredir. Dahası, göktaşlarının yansıma tayfları konusundaki son çalışmalar (25b), çoğunun ilksel yörüngelerde bulunduklarına işaret eder.

Bu, dolaylı olarak, söz konusu göktaşlarının, yakın gelecekte bizim yapılabileceğimizin aksine, uzay gezgini dünya dışı zeki türler tarafından gerçekleştirilen dikkate değer herhangi bir modifikasyona hiçbir zaman maruz kalmadıklarını göstermektedir (7b, 16, s. 469).

Venüs ve Mars’ın son 2 ila 4 milyar yıl içerisindeki herhangi bir zamanda, özellikle de hatırı sayılır miktarda su içerdikleri düşünülen gençlik zamanlarında (26) dünyalaştırılmış olmamaları (16, s. 467), temas iyimserleri üzerindeki yükü daha da ağırlaştırmaktadır.

Eski SETI mantığının en güçlü iddiası, aşağıda göreceğimiz gibi, Dünya kayaçlarının tortul katmanlarında bulunmaktadır.

 

TEMASI ETKİLEYEN ETMENLER

Denklem [1]’deki iki çarpanı bu tartışmadan oldukça hızlı bir şekilde eleyebiliriz. Gelecek yıl dahi fikrimiz değişebilecek olmasına rağmen, bugünkü genel görüş, \(f_g\) ve \(n_e\)’nin oldukça büyük sayılar olduğudur. En önde gelen Eşsizlik savunucuları dahi bu kanıdadır.

Güneş sisteminin açısal momentumunun neredeyse tamamı gezegenlerde, özellikle de Jüpiter’de bulunmaktadır. Güneş, Güneş Sistemi kütlesinin yüzde 99,9’unu oluştursa da, toplam açısal momentumun yüzde 1’den daha azına sahiptir. Neredeyse tüm yalnız, kararlı cüce yıldızlar, Güneş’imiz kadar yavaş dönüyor gibi göründüğünden, günümüzde astronomların çoğu gezegenlerin varlığının küçük yıldızlar için bir kural olduğunu düşünmektedir. (Barnard yıldızı, 61 Cygni ve diğer yakın yıldızlar hakkında yapılan hassas gözlemler (30), yakın zamanda yayımlanan bazı iddialar bu duruma gölge düşürse de, bu fikri destekler görünmektedir.) Her halükârda \(f_g\)’ye onda bir değeri atamak makul derecede tutumlu görünmektedir (11, 28).

Bu türden bir sistemdeki “uygun” gezegenlerin –ilkel (hidrojen) atmosferlere sahip olmak yerine, kayalık ve su açısından zengin ikincil (volkanik) bir atmosfere sahip olan, aynı zamanda da uygun büyüklükte ve ana yıldızlarından uygun bir mesafedeki bir yörüngede olan gezegenlerin (29)– ortalama sayısı, \(n_e\) ile ifade edilmektedir.

Eşsizlik taraftarları, birkaç itiraz dışında (31), genel olarak SETI’nin \(n_e\)’ye onda bir gibi bir değer atanabileceği önerisini reddetmemektedir (8, 17). Stephen Dole’a ait yeni doğan yıldız sistemlerinin yoğuşma modelleri (32), bu sayının ölçülü olduğuna işaret etmektedir.

Geriye son derece tartışmalı olan yedi çarpan kalıyor. Göreceğimiz üzere, \(C\)’nin çok küçük –dünya dışı yaşamın milyonlarca yıl boyunca Yeryüzü’nde bulunmamış olduğunu açıklayabilecek kadar küçük– bir değer almasını sağlamak için her bir çarpanın azalmasına neden olacak çeşitli hipotezler önerilmiştir. Bu öneriler şu ana kadar buradaki şekilde kategorize edilmemiş, daha ziyade tekil ve ilişkisiz olarak sunulmuşlardır. Eşsizlik ve Temas taraftarları arasındaki fark, her bir grubun odaklandığı çarpanlar konusunda ortaya çıkar. Aşağıda sunulan fikirlerden her biri saygın bilim insanları tarafından Büyük Sessizliğin yegâne nedeni şeklinde, şiddetle ve tek başına ileri sürülmüştür.

Yaşamın ortaya çıkışı – “\(f_l\)” çarpanı.

Tartışmalı çarpanlardan ilk ikisi, \(f_l\) ve \(f_i\), en karmaşık ve en çok tartışmaya maruz kalmış olanlarıdır. İleri sürülen tüm argümanları kısa bir değerlendirmede ele almak mümkün değildir. Yalnızca temel noktalara değinmeye çalışacağız.

Miller ve Urey, ünlü deneylerini gerçekleştirdiklerinden beri (33), yaşama ait öncüllerin sıradan ve biyotik-olmayan koşullar altında üretilebileceği kabul görmektedir. Basit indirgeyici gazların sulu karışımları elektrik akımı ve morötesi ışımaya maruz kalan, aldehitler, karboksilik asitler ve amino asitler üretir. HCN sulu karışımlarının polimerleştirilmesi ve ardından uygulanan basit fotokimya, adenin gibi azotlu bazların ortaya çıkmasını sağlamıştır.

Yıldızlararası basit organik bileşik bulutlarının, göktaşlarında bulunan amino asitlerin ve Titan’ın dumanlı ve sisli atmosferinin keşfi nedeniyle, evrenin adeta bir prebiyotik organik kimyasallar “çorbası” olarak nitelendirilebilecek olmasına pek az itiraz vardır.

(Burada yalnızca Yeryüzü’nde göründüğü şekli ile yaşamdan bahsediyoruz ve sınırlayıcı bir olgu olarak bunu kullanmaya devam edeceğiz.)

Diğer taraftan, tartışmalar bu noktadan sonra başlamaktadır. Tipler (10, 11) organik çorbadan, membran tarafından kontrol edilen, kendi kendini kopyalayan DNA tabanlı yapılara geçişin büyük bir sıçrama olduğunu savunan birçok güncel istatistiksel argümanı listelemektedir.

Bu “istatistiksel çürütme” basında geniş yer bulmuştur. Yakın zamanda Arkansas, Little Rock’taki “Scopes-II duruşması“nda, Evrim kuramına alternatiflerin yaratılışçı fikirlerin öğretilmesini gerektiren bir kanun mahkemece görüşülmüş ve burada Wales Universitesi’nden Chandra Wickramasinge yaşam için gerekli olan yaklaşık 2.000 enzimden oluşan karakteristik bir genin birleşme ihtimalinin on üzeri 40.000’de bir olduğunu ileri sürerek, yaşamın bir yaratıcının müdahalesinden kaynaklanmış olması gerektiği sonucuna varmıştır (34).

Yaşamın bir amino asit çorbası içerisinde yalnızca bir defa gerçekleşmesi gereken basit bir olay olduğunu ifade eden varsayıma karşı başka itirazlar da mevcuttur. Oparin-Haldane tartışmalarından sonra, hücre zarı mı/nükleik asitler mi, enzimler mi/DNA mı, ilkel hücre mi/çıplak gen mi gibi hararetli tavuk mu/yumurta mı tartışmaları ortaya çıkmıştır. Hücreye giden yoldaki ara basamak adayları arasında koaservat –suda bulunan polimerce zengin bir koloit damlacığı– ve “termal proteinoit” damlacıkları bulunmaktadır.

Hücre öncüllerinin çeşitli adayları konusundaki araştırmalar onyıllardır sürmektedir (35). Ancak dikkat çekici bir şekilde hücreyi taklit eden daha karmaşık biçimlerin çoğaltılmasına doğru bir ilerleme henüz sağlanamamıştır.

Tam aksi yöne gidersek, Sir Fred Hoyle, yaşamın su-buzundan oluşan kuyruklu yıldızların sıvı dolu geçici odacıklarında, zaman zaman Yeryüzü’ne ulaşacak virütik biçimlerde kendiliğinden ortaya çıkabileceğini ileri sürmüştür (24). Hoyle ve Wickramasinghe de (36, 36b), yıldızlararası tozun 3 ila 9 μm kızılötesi işaretlerinin, dondurularak kurutulmuş E coli bakterilerinin iletim tayfı ile mükemmel bir şekilde eşleştiği (37) ve bu nedenle uzayın, derin boşlukta yaşamaya uyum sağlamış tek hücreli organizmalarla dolu olabileceğine işaret eden tartışmalı bir kuram ortaya atmıştır!

Bu makalenin amacı, yaşamın kökeni kadar karmaşık bir konuyu ayrıntılı bir şekilde incelemek veya tartışmalı her hipotezi listelemek değildir. Bununla birlikte, istatistiksel argümanların, Yeryüzü’nün ilk denizleri gibi sulu ortamlardaki prebiyotik moleküller arasındaki rastgele etkileşimlerin tesadüfi bir sonucuyla DNA’ya ait karmaşık atanın ortaya çıkışından önce çağlar geçmesi gerektiği varsayımından mustarip olduğunun altını çizmek gerekir.

Buna, biri sık, diğeri nadir olarak verilen iki karşılık vardır.

Birincisi, Dünya üzerindeki biyolojik aktivitenin gezegen oluştuktan 700 ila 900 milyon yıl sonra, birçoğu tarafından düşünüldüğü şekliyle, yüzey bu olaya ancak izin verecek kadar soğuduğunda, başladığı jeolojik kayıtlardan açıkça görülmektedir (38, 38b, 39). Bu hızlı bir süreç olduğunu düşündürmektedir. Dahası moleküler etkileşimler mutlaka rastgele gerçekleşmek zorunda değildi. Önde gelen evrimci biyologlardan T. Dobzhansky şöyle yazmıştır (39, s. 359):

“Pratik anlamda, prebiyotik amino asit yığınından rastgele süreçler ile ortalama bir protein yaratma olasılığı, bir maymunun daktiloda (Türlerin Kökeni‘nin ilk cümlesini) yazma olasılığı kadar düşüktür … seçilim işe karışmış olmalıdır.”

Stanley Miller, basit prebiyotik tepkimeler hakkında şunu söylemiştir (22): “Her şeyden biraz elde edemezsiniz. Canlı organizmalarda sık rastlanan (bileşiklere) odaklanma eğilimde olursunuz.”

Bu “çorbada,” erken tepkimeleri neredeyse kaçınılmaz olarak bizim yaşam biçimimizi oluşturacak şekilde koşullandırmış moleküler bir yönlendirici bulunmuş olabilir. Bu yönlendirici etken, adenin olabilir.

Adenin, hidrojen siyanit içerren Miller/Urey/Orgel-tipi deneylerde ortaya çıkan tüm pürinler arasında en yüksek miktarda üretilenidir. Orgueil kondiritinde {İng. Orgueil chondrite}, guanin ile birlikte adenin de keşfedildiği iddia edilmiştir (41, 41b). DNA/RNA bazlarından iki eş ile birleşen tek baz olan adenin, son derece kararlı bir bileşiktir. Tüm canlı organizma hücrelerinin enerji bütçesi adenin fosfatlar tarafından kontrol edilmektedir.

Yakın zamanlı deneyler mika ve killerin yüzeyleri arasındaki yarıklarda iyonik katalizin gerçekleşebileceği konumlar sağlayarak önemli bir rol üstlenmiş olabileceğine işaret etmektedir. Örneğin, bazı killer, amino asitler ve adenosin monofosfatlara ait adenilat esterlerinin polimerizasyon konsantrasyonunu ve katalizini sağlıyor gibi görünmektedir. Bu adenilatlar, tüm canlılardaki protein sentezinin öncülleridir (40).

Mümkün olan binlerce amino asit içerisinden, yaklaşık olarak yalnız 300 tanesi doğal olarak oraya çıkar ve yalnız 20 tanesi Yeryüzü’nde yaşayan tüm canlılar tarafından protein sentezi için üretilir. Bu dar topluluk, olasılık dışı bir tek olayın mı sonucudur? Weber ve Miller (41c), kararlılık ve bolluk argümanlarını kullanarak, “eğer yaşam başka bir gezegende ortaya çıkacak olsa, katalizörlerin poli alfa amino asitler olmasını ve amino asitlerin %75’inin Yeryüzü’ndekilerle aynı olmasını bekleriz,” iddiasında bulunmuşlardır.

Bu nedenle öyle görünmektedir ki, Yeryüzü biyolojisini rastgele organik tepkimelerden türetmeye çalışmak, birçok büyüklük mertebesi farkla gereksiz derecede tutumludur.

Başka bir yönden, Ornstein (2), sol elliliğe karşı sağ ellilik {İng. levo vs. dextro} alanında oldukça fazla çalışma gerçekleştirmiştir. Yeryüzü’ndeki yaşam tarafından kullanılan 30 amino asit izomerinin tamamı sol ellidir. Miller ve Orgel (40b) yalnızca bir yönelime bağlı kalmanın ilkel bir organizma için neden avantajlı olduğuna dair nedenler ileri sürmektedir. Cox (41b), eğer böyle bir avantajın olduğu doğru olmasa ve Yeryüzü’ndeki tüm-tek-yönlü sistem bir kaza eseri gerçekleşmiş olsa, o durumda aynı biyokimyanın başka bir gezegende meydana gelme olasılığının, tüm amino asitlerin aynı olduğu varsayılırsa, 2 üzeri 20 olacağını belirtmiştir. (Bu yaşamın nadir olmasına neden olmayabilir, ancak, kolonileştirme çabaları açısından bir engel teşkil edebilir.)

Her halükârda, Yeryüzü’ndeki tüm yaşamın bir tek yönelime sahip olmasının, tekil bir prebiyotik mucizenin eseri olmadığına dair artmakta olan bir fikir birliği mevcuttur.

İstatistiksel argümanlardan tamamen bağımsız olan, Yeryüzü’nün geçmişte kolayca bozulmuş olabilecek kırılgan bir dengesi olduğunu ileri süren fikirler de vardır. Dünyamız neden kardeş gezegenimiz Venüs’ün gittiği sera felaketi yönüne gitmemiştir (31)? Daha zayıf bir jeomanyetik alan, yaşamı imkânsız kılacak bir morötesi katliama neden olabilir miydi? Güneş’ten daha düşük kütleli birçok cüce yıldızın çevresindeki “yaşam-bölgeleri,” büyük bir yaşanabilir gezegen nüfusunu barındıramayacak kadar dar olabilir mi (42b)?

Yeryüzü’ndeki yaşamın atmosferdeki karbonu kullanabilmesi, kendi eseri olan bir oksitleyici atmosfere uyum sağlaması ve bugün denizleri sıvı halde ve havayı yumuşak tutan kırılgan bir gaz ve ışıma dengesini kurması, rastlantısal koşulların bir birleşimi midir? Hâkim görüş, tüm bu etkilerin değişen çevre koşulları için görece basit evrimsel uyumlar olduğudur. Yine de bu inanca ait katı deliller mevcut değildir. Eğer Yeryüzü’nün bu noktalardan herhangi birindeki başarısı gerçekten “mucizevi” idiyse, başka çok sayıda dünya benzer sınavlar geçirmiş ve başarısız olmuş olabilir.

Konunun kısa bir değerlendirmesi dahi “panspermia“yı içermelidir. İlk kez 1908 yılında Svante Arrheinus tarafından ileri sürülen ve Yeryüzü’nün aslen, kazara (24) veya kasten (3, 35) tohumlanmış olduğunu anlatan bu fikir, büyüleyicidir. Aynı zamanda da test edilebilir değildir.

Yaşamın ortaya çıkışı ile ökaryotik organizmaların ortaya çıkışından arasındaki yaklaşık 1,5 milyar yıllık süre, herhangi bir dış müdahale olasılığına karşı güçlü bir argümandır. 1,5 milyar yıl, daha gelişmiş “tohumların” Yeryüzü’nü işgal edebileceği, ancak etmediği geniş bir zamansal aralıktır. Uzay boyunca sporlar saçan zeki varlıkların kendilerini yalnızca basit prokaryotik biçimler ile sınırlayacaklarını düşünmek inandırıcı değildir.

Herhangi çöpleri konusunda dikkatsizlik eden yıldız gezgini ziyaretçilerin Prekambriyen döneminin seyrini tamamen değiştirebileceği açıktır.

\(f_l\) hakkındaki tüm bu tartışmalardan kesin bir sonuç çıkarmak mümkün değildir. Tartışmalar şüphesiz burada girebileceğimizden çok daha detaylı bir şekilde devam edecektir. SETI taraftarları –aday bir gezegende yaşamın ortaya çıkma olasılığı olan– \(f_l\)’ye 0,1 ila 1,0 arasında bir değer atamaktadırlar. Eşsizlik taraftarları bu konuda bölünmüştür. Fakat her yıldan yıla gerçekleştirilen yeni keşifler, yaşamın – aslına bakılırsa bildiğimiz şekliyle yaşamın – evrende oldukça yaygın olması gerektiği inancını desteklemektedir.

Zekânın evrimleşme olasılığı – “\(f_i\)” çarpanı.

Eşsizlik taraftarlarının çoğunluğu, \(f_l\)’nin oldukça yüksek bir değere sahip olmasını kabul etme eğilimindedir. Denklem [1]’deki çarpanlar arasında dikkatlerini en fazla, üzerinde zekanın evrimleştiği canlı-dünyaların oranı olan, \(f_i\) üzerinde yoğunlaştırmaktadırlar.

“Zekâ” derken neyi kastediyoruz? Yalnızca deneyimimizden yola çıkıp hayal gücümüze dayanarak tahayyül edebileceğimiz şeyleri tartışabiliriz; bu nedenle tartışmamızı insan tarafından kavranabilecek alanlarla sınırlayalım. Aktif, hareket edebilen, zaman duygusuna sahip, çıkarım yapabilen, meraklı, kıyaslama ve kendi kendini değerlendirme yeteneği olan yaratıkları düşünelim. Yeryüzü’nde bu tür yaratıkların var olması evrimsel bir rastlantı mıdır, yoksa er ya da geç doldurulmak zorunda olan ekolojik bir nişin ortaya çıkışı mıdır? Birçokları için bu soru, tamamen bağımsız taksonlara dahil türlerin bağımsız olarak benzer morfolojiler ve davranış-grupları evrimleştirdiği, “yakınsama” çevresinde şekillenmektedir.

“Zekâ,” seçilimsel olarak avantajlı mıdır? Mutant özelliklerin aşamalı seçilimi vasıtasıyla ulaşılabilir midir? Eğer öyle ise, aynı uyumsal çözümün birçok farklı noktada belirebileceğini varsaymak mantıklı mıdır? Birçok farklı yoldan {gerçekleşmesi mümkün müdür}? Temas iyimserleri kaygısızca bu üç sorunun tamamına “evet” cevabını vermektedir. \(f_i\)’ye 0,01 ila 1,0 değerlerini atarken, yakınsamayı verili kabul etmişlerdir. Philip Morrison (43), insanlık eğer bir gün önce diğer primatları, ardından da kendisini yok ederse, birkaç milyon yıl içerisinde yerimizi rakunların alabileceğini öne sürmüştür.

Temas taraftarları, yunusların, ton balıklarının ve soyu tükenmiş ihtiyozorların benzer şekilli gelişimlerini yakınsamanın bir örneği olarak vermektedirler (44). Omurgalılar ile kafadanbacaklı yumuşakçaların bağımsız şekilde çok benzer mercekli gözler geliştirmeleri de sıkça örnek gösterilen vakalardan biridir.

Ancak yakınsama-karşıtı sesler de mevcuttur. Hem yunusların şeklini hem de jel-mercek gözünü, (2) rekapitülasyon yoluyla uzak bir ortak atanın özelliklerinin yeniden ortaya çıkışı şeklinde açıklama girişimlerinde bulunulmuştur.

Paradigma güçlü bir şekilde yakınsama lehine dönüyor gibi görünmektedir. Örneğin, eklembacaklılar polifili, günümüzde taksonomi uzmanlarının önde gelen ilgi alanlarından biridir (45, 46). Dobshansky’ye göre:

“Eklembacaklılar filumunun polifiletik olduğu görüşünü destekleyen büyük miktarda kanıt mevcuttur. Birbirinden İki ila dört nesil ile ayrılan halkalı solucanların her biri eklembacaklılaşma {İng. arthropodization} sürecinden geçerek eklembacaklılara ait temel özellikleri temsil eden bir özellikler birleşimi oluşturmuşlardır” (39, s. 326).

Bağlantısız nesillerden şaşırtıcı derecede benzer morfolojilerin ortaya çıkışı vakaları arasında, Avustralya ve Güney Amerika’da bağımsız olarak evrimleşmiş ve her biri, kendilerine kır faresinden daha yakın akraba olmayan kuzey yarıküre keseli kurdunu yakından andıran soyu tükenmiş iki keseli kurt türü bulunmaktadır. Diğer örnekler arasında Kuzey Amerika’daki uçan sincap ile Avusturalya’daki uçan keseli sincap; oklu kirpi ile ekidne {dikenli karıncayiyen}; (karanlıkta çiçeklerin özsuyunu içerken neredeyse birbirinden ayırt edilemeyen) sinekkuşu ile atmaca güvesi ve diğer pek çokları sayılabilir (47, 51). Elbette istisnalar mevcuttur. Başka yerlerde ot tüketen toynaklı memelilerin doldurduğu bir nişi, Avusturalya’da keselilerden büyük kanguru doldurmaktadır. Yine de benzer nişler, çoğu zaman aynı adaptasyonun tekrar tekrar ortaya çıkışına neden oluyor gibi görünmektedir.

Yakınsama, eşdeğerlik anlamına gelmemektedir. Blum (48), iki filogenit olarak komşu türü birbirinden ortalama 1.000 ayrık mutasyon bulunduğunu ileri sürmüştür. Yeryüzü’nde bilinen bir milyon tür göz önünde bulundurulduğunda, Blum, olasılığın şu anki ekosistem aleyhine bir milyarda birden daha düşük olduğunu ileri sürmüştür. Ornstein (2), insanlığın rastgele mutasyon ile bir kopyasının ortaya çıkma olasılığı aleyhine 10-18 verir.

Ancak SETI için insanlığın bir kopyasının ortaya çıkması gerekli değildir. Varsayım, aynı noktaya varan birçok yol olduğudur.

İnsanlığın zekâsı, basitçe, diğer yüksek memeliler tarafından daha düşük ölçüde erişilebilir olan bir şeyin en ileri şekli olarak düşünülebilir mi?

İnsanın ayırt edici özelliğinin, yüksek genetik-dışı bilgi iletimi ve bilgiyi toplaması olduğu ileri sürülmüştür. Bilgisayar benzetmelerine başvurursak, insanlar açıkça en düşük “donanımsal” davranış örüntülerine sahip türdür. Bunun yerine her nesil, oldukça uzun bir çocukluk süresince kendi “yazılımlarını” geliştirir.

Fakat daha az olmak üzere, maymunlar ve cetacea {Balina, yunus ve musurları kapsayan memeli deniz hayvanları} da kendi yavrularını birçok yıl boyunca yetiştirir. Yakın zamanda şempanzeler (49) ile pürüzlü dişli yunusların (50), dört-beş öğeli karmaşık “cümleler”e karşılık verme yetileri olduğu gösterilmiştir. Yunuslarla ilgili araştırma özellikle ilgi çekicidir, zira birçoklarının memeli deniz hayvanları hakkında iddia ettiği geniş yeterlilik seviyelerinde ilk kez bir daralma söz konusu olmuştur. Cetacea, maymunlar kadar zekidir ve meraklılıkları veya iletişim kurma istekleri anlamında insanlara çok daha yakındırlar (50).

Yunusların, yukarıda keyfi şekilde tanımladığımız “zekâ” anlamında akranımız olmadığı açıktır.

Taksonomi uzmanları, morfolojik özellikleri açısından, Homo sapiens‘i yalnız kendi cinsinde değil, primat takımı içerisindeki ayrı bir familyada da (Hominidae) yalnız bırakmışlardır. Bununla birlikte insan ve şempanze enzim kimyasının analizi, bu ikisinin, biyokimyasal olarak herhangi iki yakın akraba olan ayrık tür kadar benzer olduğunu göstermiştir. Üzerinde fikir birliğine varılmış açıklama, büyük morfolojik farkların, alellerin düzenleme ifadelerinin bir işlevi olduğudur.

Aldous Huxley, 1930larda, şakayla karışık bir şekilde insanlar ve maymunlar arasındaki büyük farkın, insanın “neoten” –gelişmeden kalan– bir maymun olması olduğunu ileri sürmüştür. Günümüzde, küçük bir düzenleyici değişikliğin, insanların, tüysüz ve doyumsuzca meraklı bir “çocuk-maymun” halinde kalmasına neden olduğu fikri yaygın olarak kabul görmektedir.

Eğer bu doğru ise, bu durumda şempanzeler (ve belki yunuslar) şüphe götürmez bir zekâ seviyesinden yalnızca birkaç küçük düzenleyici “kuantum” adımı kadar uzakta olabilirler. Bunun beklenen \(f_i\) değeri üzerindeki etkisi muazzamdır (52b, 52c), zira bu olaydan sonra eğri üzerinde en azından birden fazla veri noktası bulunmuş olacaktır.

Eksik kalmaması için, düşük \(f_i\) değerlerine neden olabilecek birkaç senaryoya daha değinmemiz gerekiyor.

Bond (12) yüksek memelilerden zekaya geçişin görece kolay olabileceğini, ancak ara basamak olan memeli yaşam şeklinin karmaşıklığına geçişin normal dışı bir olay olabileceğini ileri sürmektedir. Ona göre, genom büyüklüğü, bir türün gelişkinlik seviyesi ile yakından ilişkilidir (yine de, hem semenderler, hem de buğday insandan daha büyük genomlara sahiptir). Aynı zamanda genomu büyütmenin tek pratik yolunun nadir görülen poliploitinin çiftleme mekanizması ile gerçekleşebileceğini belirtmektedir. Eğer genomun çiftlemesi en fazla birkaç yüz milyon yılda bir gerçekleşiyorsa, memeli genomunun 10-14‘ten daha düşük bir olasılığı vardır.

Ancak poliploitlik, omurgalılar için neredeyse evrensel olarak ölümcüldür. Bitkiler arasında kolkisin tarafından harekete geçirilen poliploitlik genelde aseksüel apomiksi (cinsel çoğalma yetisinin kaybı) ile sonuçlanır. Her halükârda, genomun kademeli olarak büyümesi için çiftlemesi gerekmez (39). Kromozomların translokasyonu, inversiyonu ve füzyonu aynı sonuca daha basit bir şekilde ulaşacaktır.

Zeki yaşamın ortaya çıkışının nadir olmasının bir nedeni de dış güçler tarafından müdahale olabilir. Zekâ-öncesi yaşam biçimlerine, yıldızlararası yolculuk yapan ırklar tarafından kasıtlı olarak müdahale ediliyor olabilir veya bu yaşam biçimleri, teknolojik türlerin ekosferi ele geçirmesinin masum kurbanları haline geliyor olabilir. Homo saphiens, cetacea ve büyük maymunlar konusunda aynı şeye neden olmaya çok yaklaşmıştır. Bu fikir daha sonra tartışılacaktır, ancak \(f_i\) üzerindeki potansiyel etkisi yadsınamaz.

(Bu etkinin tam zıttı da öne sürülmüştür. Uzay yolculuğu yapan ırklar, yerel zekâ-öncesi yaşam biçimlerini biyomühendislik yoluyla “kalkındırıyor” da olabilirler (53). Eric von Daniken ve diğerlerinin abartılı yaklaşımlarının (25), özünde akla yatkın olan bir fikrin ilerletilmesini önlemesine izin verilmemelidir. Ancak, denklem [2]’deki çarpanlardan birini azaltmak yerine artıracak herhangi bir etki, bu tartışma kapsamında fazla önem arz etmez.)

Benim fikrim, \(f_l\)ve \(f_i\) için aşırı düşük değerler öneren Eşsizlik taraftarlarının kötü bir savunma yaptıkları yönünde. (Burada alıntı yapılan kaynakları okuyan başka kişiler farklı sonuçlara varabilirler.) Bu, Eşsizlik taraftarlarının vardıkları temel sonucun –galakside yalnız olduğumuz fikrinin– yanlış olduğu anlamına gelmez. Denklem [2]’deki “\(C\)”nin düşük bir değeri olduğu gerçektir. Buradan, diğer çarpanları incelemeye ve dünya dışı uygarlıkların görünürdeki yokluğuna ait olası açıklamaları tartışmaya geçebiliriz.

Teknolojik bir kültürün ortaya çıkışı – “\(f_c\)” çarpanı.

“Zeki” bir türün, teknolojik bir kültür geliştirme konusunda nasıl başarısız olmuş olabileceğini tarif eden çeşitli senaryolar ileri süren pek çok kişi olmuştur. Örneğin, dil ve araç kullanımı vasıtasıyla bir avcı-toplayıcı-çiftçi kültürü geliştirmenin seçilimsel avantajları olsa dahi, insanlığın yalnızca 5.000 yıl içerisinde atılım yaptığı nokta –boşlukta yaşama yetisi olan, uzay yolcuğu yapabilen bir ırk olma– için aşikâr bir açıklama mevcut değildir. Başka türler, kendi çevrelerine egemen olacak kadar konuşma ve tarım yetilerine, hatta analitik yetilere sahip olabilir ve buna rağmen bizi bu denli güdüleyen güçlü hayal gücüne hiçbir zaman ihtiyaç duymayabilir veya sahip olmayabilir.

Su, Yeryüzü yüzeyinin yüzde 70’inden fazlasını kaplar. Yine de Yeryüzü, yaşanabilir sınıftan olan dünyaların en kuru olanları arasındadır. Karaların çok daha az olması veya herhangi kuru arazinin olmaması, araç-kullanan türlerin evrim ihtimalini oldukça düşürebilirdi. Evrendeki zeki türlerin çoğu balinaların görünümüne sahip olabilir ve radyoyu veya yıldızlara yolculuğu asla aklına getirmeyebilir.

Tekrar etmek gerekirse, geçici uzay yolcularının müdahalesi de \(f_c\)’nin artmasına veya azalmasına neden olabilir.

\(f_c\)’nin baskılanmasına neden olan tüm etmenleri burada iki nedenden ötürü saymayacağız. Birincisi, bu açıklamalar fazlaca spekülatiftir. Dahası hiç kimse, \(f_c\)’nin denklem [1] üzerinde hatırı sayılır bir etkisi olacak kadar düşük olduğunu düşünmemektedir. Eğer 1.000 zeki türden 1 tanesinin dahi radyo ve uzay yolculuğu geliştirmesi, Temas senaryosunu tetiklemek için yeterlidir. Münhasır-olmama ilkesi burada geçerlidir. Kuralları koyanlar istisnalar olacaktır.

Teknolojik türlerin (ana gezegen) yaşam süreleri – “\(L\)” çarpanı.

1960’ların sonundaki SETI senaryosu, Drake denkleminin ilk altı çarpanı hakkında iyimserdi (1). SETI okulunun “Zenologları” –Sagan, Morrison, vesaire– son çarpan olan “\(L\)”nin can alıcı olduğu kanısındaydılar (16, 17). von Hoerner konuya farklı bir açıdan yaklaşmış ancak aynı sonuca ulaşmıştır (19). Teknolojik türlerle etkileşim kesitinin belirlenmesinde ortalama yaşam süreleri önemlidir. von Hoerner, yüz dünya dışı zeki türden birinin dahi başlangıçtaki “hayatta kalma krizini”nden sağ çıkıp, uzun süreli bir olgunluğa ulaşmasının, denge durumundaki galaksiye bu türden yaşlı ırkların egemen olmasına neden olacağını göstermiştir.

Dünya dışı zeki varlıkların görünürdeki yokluğunu \(L\)’nin korkunç derecede düşük olduğunu belitleyerek açıklayabiliriz. Sık rastlanan bir öneri, teknolojik türlerin nükleer enerjinin keşfinden sonra zorunlu olarak bir hayatta kalma krizi geçirdikleridir (16, 17). Kendi kendini imha etme, insanlık için ciddi bir olasılıktır. Aynı örüntü, bu yoldan geçen herkes için geçerli olabilir midir?

Bu desteklemesi zor önermedir. Yeryüzü’nün ötesinde ikna edici şekilde genellenebilen –belirsiz bir “agresif içgüdü” dışında– herhangi bir mekanizma ileri sürmek mümkün değildir. Teknolojik açıdan gelişmiş bir tür olarak bir yüzyıl daha hayatta kalmamız için oldukça makul bir olasılık var gibi görünmektedir. Hayatta kalma şansımız, diğer genç dünya dışı zeki türler için de aynı seviyedeyse, kayıplar, denklem [2]’de fark edilebilir olmayacaktır.

Diğer senaryolar arasında, Kaynakların Tüketilmesi (yüksek bir tüketim evresinin hızla yazılım teknolojileri veya barbarlık ile yer değiştirmesi şeklindeki senaryo) ile Aşkınlık (Arthur C. Clarke’ın Çocukluğun Sonu adlı romanında anlatıldığı gibi, yakında karşılaşacağımız yeni macera ve anlayış şekillerinin bildiğimiz haliyle teknolojiyi, bir çocuğun oynamak için fazla büyük olduğu oyuncakları terk etmesi gibi terk etmemize neden olacağı şeklindeki senaryo) bulunmaktadır.

Münhasır olmama, Kaynakların Tüketilmesine uygulanabilir gibi görünüyor. Bazı dünya dışı zeki türler savurgan olsa dahi, en azından birkaçı yaklaşmakta olan sıkıntıları görecek ve önlem alacaktır.

Aşkınlık için, buna ait işaretleri bekleme dışında hazır bir cevap yoktur. Hipotez kaydedilmeli ve kataloglanmalıdır, ancak şu an için kullanılabilir değildir.

Münhasır olmamanın üstesinden gelmek için \(f_c\)’yi sistematik olarak etkileyecek bir mekanizmaya ihtiyacımız var ki, galaksi boyunca yayılma istisnaları var olsa dahi, gözlemlemiyor olduğumuz şekilde, çok az olsun.

Daha önce tartıştığımız von Neumann/Bracewell/Tipler sondalarını ele alalım. Tipler (1), kendi kendini kopyalayan vekil robotların, dünya dışı zeki uygarlıkların yıldızlara kaşifler ve haberciler göndermesi için basit ve ekonomik bir yöntem olduğunu ileri sürer. Organizmaların “ağır gemiler” ile yıldızlararası yolculukları için dahi bazı argümanlar sunulabilir, ancak birkaç istisna dışında (2), robotların olduğu bu senaryonun bir yerelde değilse bile bir diğerinde gerçekleşebileceği konusunda pek az itiraz vardır.

Şimdi, bu türden sondaların iyi niyetle yeni yaşam türlerini arayacağı, yeni uygarlıklar ile iletişim kuracağı ve bizim gibi yeni ortaya çıkan uzay yolcularına cesurca yardım edeceği ileri sürülmüştür. Bunun, bizim tekno-türümüzün yaşam süresine son derece dramatik bir etkisi olabilir –tıpkı SETI taraftarlarının dünya dışı zeki uygarlıklardan gelecek radyo iletilerinin yaratacağı etkinin olmasını umdukları gibi.

Denklem [2] üzerine en ağır yükü bindiren işte bu mantıktır. Tipler’ın akıl yürütme şekli ile, tüm galaksiyi bu tür robot elçilerle doldurmak 5 milyon yıldan daha kısa sürmelidir. Henüz herhangi bir sonda ile karşılaşmış değiliz. Son test, Güneş Sistemi’ni ayrıntılı bir şekilde keşfetmeye başladığımızda gerçekleşecektir.

Robot-vekil fikrinin bir şekli, Büyük Sessizliği \(L\)’yi düşürerek açıklayabilir –bu, “Ölümcül Sondalar Senaryosu” olarak isimlendirilmektedir. Bu mantık son derece ikna edici bir iç tutarlılığa sahiptir.

Farz edelim ki birçok ileri dünya dışı zeki tür, robot-elçi fikrini benimser ve Tipler’in ileri sürdüğü şekilde çoğalarak boşluğu kardeşlik mesajları ile doldurur. Şimdi, varsayalım ki her 100 veya 1.000 veya 10.000 “aklı başında” dünya dışı zeki türe karşılık, bir tane zenofobik, hatta paranoyak olan bir tanesi bulunsun. Bu tür bir ırk, kendisine ait kendi kendine çoğalan elçilerini, güçlü bombalara sahip olacakları şekilde üretsin ve herhangi tanımadıkları bir modüle edilmiş elektromanyetik ışıma kaynağına yönelecek şekilde programlıyor olsunlar.

Bilim kurgu yazarı Fred Saberhagen, romanı Berserker‘da bununla ilintili bir konu işler. Gregory Benford bu kötücül senaryoyu çok daha incelikli bir hale getirmiştir. “Ölümcül Sondalar” fikrinin en korkunç tarafı, bu makalenin ilk bölümündeki tüm olgular ve felsefi ilkeler ile tamamen tutarlı olmasıdır. Bu senaryoda, Büyük Sessizliği açıklamak için ne Drake denkleminin elemanlarını düşürmeye çalışmanın bir gereği vardır, ne de hiçbir dünya dışı zeki türün yıldızlararası yolculuğun bedelini göze alamadığını düşünmeye gerek vardır. Bu senaryoya ait sonuçların, galaksideki denge durumu haline gelmesi için yalnızca bir defa gerçekleşmesi yeterlidir. Radyoyu keşfettikten kısa bir süre sonra öldürüleceğimiz için, ne herhangi bir dünya dışı radyo trafiği tespit edebilirdik, ne de herhangi bir dünya dışı zeki tür Yeryüzü’ne yerleşmiş olurdu.

“Ölümcül Sondalar”ın, \(L\) üzerinde ciddi bir etkisi vardır. Ve “I love Lucy” halihazırda tau Ceti’den çok daha uzağa yayılmış durumdadır.

Yıldız yolculuğu – “\(v\)” çarpanı.

Yıldızlararası yerleşim konusundaki spekülasyonlar genelde bir dizi üstü kapalı sınırlayıcı varsayım ile başlar. Örneğin, bizimkinden çok daha yaşlı olan dünya dışı uygarlıkların, bize “büyülü” gibi gelecek teknolojilere sahip olacakları var sayılırken (Clarke Yasası), aynı zamanda genel olarak Einstein’ın yolculuk kısıtlamalarının da geçerliliğini sürdüreceği düşünülmektedir. Özel Görelilik sınırlamalarının gelişkin türler için de geçerli olacağı konusunda ısrar etmek, Işıktan Hızlı Yolculuk için herhangi bir olasılığın mutlak şekilde reddedildiği anlamına gelmez. Bu kısıtlama, ışıktan hızlı yolculuğun yer aldığı bir düşünce deneyinden elde edilebilecek fazla bir şey olmadığı için yapılmaktadır. Zenolojik spekülasyon, yalnızca dünya dışı uygarlıkların yayılma hızına ait düşük bir üst sınır belirleme konusunda kullanışlıdır, ışıktan hızlı yolculuğun ima ettiği yüksek bir alt-sınır belirleme konusunda değil.

Yıldızlararası yolculuk yetisini elde eden bir uygarlığın bu ayrıcalığı kullanmayı tercih etme nedenleri üzerine de varsayımlar mevcuttur. Uzay yolculuğu yapan türlerin göçleri, hem yayılma çerçevesinde Newman ve Sagan (4) tarafından, hem de Monte Carlo iterasyonu çerçevesinde Jones (8) tarafından modellenmiştir. Bu tartışmalar kolonileştirilmiş bölgelerin nüfus baskısı altında müsait yaşam alanlarını kaplamak üzere (varsayımsal olarak yalnızca yaşanabilir ve “Dünyalaştırılmış” gezegenlere doğru değil, aynı zamanda güneş enerjisi ve uçucu gaz kaynakları etrafında yörüngelere oturtulmuş küçük gezegenlerden {İng. planetoid} dönüştürülmüş uzay yaşam alanlarına doğru) genişleyeceğini varsaymaktadır.

Uzay yolculuğu yapan bir ırkın, bakir bir dünyanın kolonileştirilmesinden sonraki kısa bir başlangıç döneminin ardından nüfus genişlemesi ve kaynakların işlenmesi işlerine girişeceği varsayılmaktadır. Bu dönemin onyıllar ile ölçülecek kadar kısa olabileceği düşünüldüğü gibi (9), yüzlerce binyıl kadar uzun olabileceği de düşünülmektedir (4). Endüstriyel kapasitenin yeterince büyümesinin ardından ve kişi başına düşen kaynaklar belli bir istenen değerin altına düştüğünde, keşif ve göç ile ilgili çabalar tekrar maliyetine değer hale gelecektir. Kendileri ve nesilleri için daha iyi yaşamlar aramakta olan girişimci koloniciler, bundan sonra yeni ufuklar arayışı ile yola çıkacaklardır. Bu yerleşme, gelişme, doygunluğa ulaşma ve yeni keşifler döngüsünün, kolonileştirmenin genişlemekte olan bölgesinde devam edeceği varsayılır.

Analizler, kolonileştirme aşaması başladıktan sonra kullanılabilir alanlara ait kararlı yıldızların olası dağılımı, nüfus artış oranları ve göç oranları ile ilgili varsayımları kapsamaktadır. Bu matematiksel araştırmalar, birkaç istisna dışında (4), yıldız yolculuğu yapan bir ırkın, yıldız gemileri 0.1*c’nin çok altındaki hızlarda olsa ve 5 parsek’in altındaki uzaklıklarla sınırlanmış olsalar dahi, Samanyolu galaksisi gibi bir galaksiyi yaklaşık 60 milyon yıl içerisinde yayılarak kaplayabileceğine işaret etmektedir.

Yerleşimle ilgili gecikmeler dahil olmak üzere, Kuiper ve Morris (6), Jones ve von Hoerner’in (19) hesapladığı sonuçlardan çok farklı olmayan 0,016*c’lik bir genişleme hızı, \(v\), hesaplamışlardır. Bu değer, gemi hızından neredeyse bağımsızdır ve bu da yıldızlararası herhangi bir senaryonun (ışık yelkeni, göktaşı gemisi, dondurulmuş yaşam, vesaire (23)) geçerli olduğuna işaret eder.

Yıldızlararası yolcuğun imkânsız olduğu konusunda ısrarlı olanlar (54), burada alıntı yapılan kaynaklar ile ikna olmayacaklardır. Eğer bu durum ispatlanırsa, Tipler ve diğerlerinin ana argümanı reddedilmiş olacak ve SETI 1960’ların sonunda bulunduğu noktaya dönecektir. Yazar, herhangi bir tür yavaş yıldızlararası yolculuk olasılığının her geçen yıl güçlendiği kanısındadır.

Newman ve Sagan (4), yayılmanın arkasındaki itici gücün nüfus baskısı olmadığını, bu nedenle de dağılmanın daha yavaş olabileceğini ileri sürmüşlerdir. Fakat varılan bu sonuç zayıftır. Merak nedeniyle girişilen keşif çalışmaları, yalnızca pratik ihtiyaçlar nedeniyle ihtiyaç duyulanlardan çok daha uzun mesafeler kat edecektir. Bu türden keşif seferlerinin bir yan etkisi olarak kurulan koloniler, daha uzağa yapılacak göçler için yeni merkezler işlevi görecektir. Bu nedenle, büyümekte olan küreler yerine, galaksi boyunca birden fazla “enfeksiyon” görülecektir. Nüfus baskısı hipotezi, basitleştirilmiş olmasına rağmen tercih edilir bir yaklaşımdır, çünkü Yeryüzü’ndeki gerçek örnekler ile modellenebilir ve ayrıca yerleşim yayılma hızları için düşük bir üst sınır sağlar.

Newman ve Sagan (4) aynı zamanda dünya dışı zeki türlerin var olduğunu, ancak basitçe henüz buraya ulaşmamış olduklarını –kullandıkları nüfus parametreleri ile bir uygarlığın galaksiye yayılmasının, belki de 2 milyar yıl gibi çok uzun bir zaman alacağını– ileri sürmüşlerdir. Ancak Jones (8, 55), Newman ve Sagan’a ait aşırı derecede tutumlu büyüme oranları kabul edilse dahi, değişken galaktik dönüş, küresel kabul edilen yayılma bölgesini büyük bir yüzey alanına sahip bir spiral şekline dönüştüreceği için galaksinin yarım milyar yıl içerisinde doldurabileceğine işaret etmiştir. Her halükârda, Newman ve Sagan’ın ileri sürdüğü denge-dışı bir durumdur, bu nedenle de karşılaşmaya bir-sıfır geride başlar.

Çarpanlardan \(v\)’nin bastırılması, temas iyimserlerinin Büyük Sessizliği açıklamak için kullandıkları favori yöntemlerden biridir, ancak genel olarak argümanları zayıf görünmektedir. Burada referans verilen kaynakları inceleyen farklı kişiler, farklı sonuçlara varabilirler; ancak çözümün başka bir yerde aranması gerekiyor gibi görünmektedir.

Yaklaşma ve sakınma – “\(A\)” çarpanı.

Temas iyimserleri, denklem [2]’deki hangi çarpanın \(C\)’nin aşikâr düşüklüğünden sorumlu olduğu konusunda hemfikir değildir. Görmüş olduğumuz gibi, bazıları yıldızlararası yolculuk mantığını eleştirmekte, diğerleri ise neden dünya dışı zeki türlerin bizimle iletişim kurmamayı tercih ettiğini açıklamaya çalışmaktadır. Denklem [2]’de bu ikinci hipotezi temsil eden çarpan, yaklaşma/sakınma kesiti olan “\(A\)”dır. Burada ileri sürülen farklı fikirleri kısaca listeleyeceğiz.

1) Sakınma.

a) Kuiper ve Morris (6), bir galaktik radyo kulübünün “yeni başlayanlar” ile temasta bulunmayacağını, çünkü bunun, bu aceminin ileride kulübün bir üyesi olarak sağlayacağı yararı düşüreceğini ileri sürmüştür. Bizi erkenden bilgi tüketicisi haline getirmek, sonradan kendi benzersiz deneyimleri ile galaktik kültüre değer ekleyecek bir bilgi sağlayıcısı olmamızın önüne geçecektir.

b) Eğer “Ölümcül Sondalar” senaryosunda en ufak bir gerçeklik payı dahi varsa, bundan haberdar olan dünya dışı zeki türler kendi hava sahalarında çok fazla elektromanyetik ışıma sızıntısı olmaması konusunda dikkatli davranacaktır. Radyoyla da olsa, yüz yüze de olsa kiminle temasa geçtikleri konusunda seçici olacaklardır. Ayrıca robot vekiller ile temasa geçme konusunda özellikle dikkatli hareket edebilirler. Benford (2), kendi kendini kopyalayan sondaların, organizmalar kadar fazla mutasyon geçirebileceğini ve birçok nesilden sonra kendi yaratıcı türlerine karşı bir tehdit haline gelebileceklerini ileri sürmüştür. Bunun farkına varan dünya dışı zeki türler, bu türden vekiller gönderme konusunda tutucu davranabilir.

Saunders teknolojik bir uygarlık için temasa geçmenin avantajları ve dezavantajları ile ilgili birçok farklı neden daha listelemektedir (56).

2) “Yanlış arama stratejileri.”

“Onlar” pekâlâ her yerde olabilirler, fakat biz onları yanlış yönde arıyor olabiliriz. SETI tartışmalarının büyük bölümü, hangi frekansların dünya dışı zeki türler tarafından bir radyo yardım hattı olarak kullanılıyor olabileceği konusunda olmuştur (43, 22, 16, 17). Yine de, “boşluk frekansları” {yani, elektromanyetik ışıma tayfının, atmosfer veya diğer gökcisimleri tarafından soğurulmayan bölümünde kalan frekanslar} yaklaşımı (43) hatalı olabilir (6). Örneğin, dar, eş fazlı huzmeler tarafından taşınan radyo iletişim trafiği Yeryüzü’nden tespit edilemiyor olabilir.

Sagan (14), yıldızlararası radyo trafiğinin görünürdeki yokluğunu, bir zamanlar Yeni Gine yerlilerinin nasıl her taraflarını saran radyo dalgalarından habersiz bir halde, geniş vadiler boyunca tamtamlar vasıtasıyla haberleşmiş oldukları benzetmesiyle açıklar. Anlatmaya çalıştığı şey, yeterince gelişkin türlerin, radyodan daha verimli bilinmeyen bir iletişim aracı kullanıyor olabilecekleridir. Fakat bu yaklaşım, “büyü”yü tartışmaya başladığımız için, güçlü bir şekilde ışıktan hızlı yolculuk seçeneğinin de tekrar ele alınmasını gerektirir. Bu aynı zamanda, Yeni Ginelilerin yakınlarından geçmekte olan bir yolcu gemisinden yükselecek bir rock grubuna ait seslerin zeki bir kökene sahip olduğunu anlayamayacakları imasını da içerir.

İnsan toplumlarında, yeni iletişim kanalları kullanıma açıldığında, daha basit eski iletişim kanalları terk edilmez, aksine her zamankinden daha yoğun kullanılır.

Dünya dışı zeki türler, yalnızca bazı zaman aralıklarında veya dar açılarda iletimde bulunuyor olabilir. Eğer bu doğruysa, astronomik olaylar onlar için, süpernovaların zaman konusunda veya parıltılı yıldızların uzamsal yönelim konusunda olması gibi, belirli işaretler işlevi görüyor olabilir ki bu bakış açısı SETI’nin kullanımı konusunda belirli özel bir stratejinin benimsenmesi gerektiğini ileri sürer; eğer bunun ne olduğunu çözebilirsek.

Tipler’ın SETI karşıtı argümanı (1), kendi kendini kopyalayan vekil sondaların Güneş Sistemi’ne şimdiye kadar yerleşmiş olacakları ve genç uygarlığımızın radyo akısını tespit ettiklerinde de temasa geçmiş olacakları üzerine kuruludur. 1920’ler ve 1930’larda tespit edilen bazı tuhaf “yankılar” dışında (22) (zeta Reticuli gizemi), bu türden sondaların varlığına işaret eden herhangi bir iz yoktur. Yine de bu tür sondalar Tipler’ın umduğu şekilde programlanmamış olabilir. Robotların dışarıda bir yerlerde sessizce bizi bekleyip beklemediklerini, yalnızca Güneş Sistemi’nin detaylı bir keşfi ortaya çıkarabilir.

3) “Karantina.” Yeryüzü’nün bilinçli tecridi.

Ball (61) uzun zamandır bilim kurguda tartışılmakta olan bir fikrin basit bir şeklini ileri sürmüştür. Ball, Büyük Sessizliği, Güneş Sistemi’nin (a) bir “hayvanat bahçesi” olarak korunması şeklinde açıklar.

Alternatif olarak (b), Kuiper ve Morris iyi niyetli türlerin Yeryüzü gibi dünyaların, üzerindeki genç zekânın serpilmesi için uzun süreler boyunca dokunulmadan kalmasını istiyor olabileceklerini ileri sürmüştür (6).

Bunlarla ilişkili diğer hipotezler, (c) gözlemcilerin insanlığın sosyal olgunluğa erişmelerini beklemeleri veya (d) bizi tehlikeli olduğumuz için karantinaya almış oldukları şeklindedir.

Dünya dışı varlıklar, devletler veya kişiler ile gizli bir temas halinde de olabilir (e). (Bir fikirden, sırf bu fikir uzun süredir kaçıklarla ilişkilendiriliyor olduğu için uzak durmak, bu kaçıklara sahip olmaları gerekenden daha fazla bir etki gücü verir. Tüm seçenekler listelenmelidir.)

“Karantina” ile ilgili bir sorun, galaksinin değişken dönüşüdür. Bir çağ boyunca çevreci komşularımız olmuş olsa dahi, 10 milyon yıl sonra Güneşimiz, daha az düşünceli bir ırkın sahasına girebilir. Karantina hipotezi, uzay boyunca belli bir derecede kültürel tekdüzeliğin bulunuyor olması fikrine başvurur. Bu türden bir tekdüzeliğin Einstein kanunlarının geçerli olduğu bir galaksiye nasıl uygulanabileceğini hayal etmek güçtür.

4) Makro yaşam. Bir yaşam tarzı olarak gezegen üzerinde bulunmanın terk edilişi.

Jones, Sagan ve birçok diğerleri tarafından ileri sürülen, genişlemekte olan bir kolonileştirilmiş yıldız sistemleri küresi düşünelim. Genişleme genel olarak en yakın zamanda kolonileştirilmiş dünyalardan kaynaklanacaktır. Bu durumda yıldız gemilerinde yaşamaya en iyi uyum sağlamış olanlar lehine gelişecek muazzam bir seçilimsel süreç söz konusudur. Yerleşim küresinin en iç kısımları hariç, gezegene bağlı yaşamın, uzayda bulunan yaşam alanları lehine terk edildiği çok hızlı sosyal (ve belki fiziksel) bir uyum da düşünülebilir (60). Bu, her biri birbirinden tamamen farklı ve Büyük Sessizlik ile uyumlu, iki davranış şekli ile sonuçlanabilir. Gerçek anlamıyla uzayda doğmuş zekâ sahibi türler, \(n_e\), \(f_l\) ve \(f_i\)’nin talihsiz derecede bastırılmasına neden olacak şekilde dünyasal gezegenleri inşa malzemesi ve uçucu gazları için açgözlülükle parçalıyor olabilir. Veya, Kuluçka Dünyalara oldukları şekli ile değer verirler ve bilinçli “Karantina”da olduğu gibi, bu yüksek kütle çekimli gayrimenkulleri korurlar.

5) “Küçükler giremez.” Diğer alternatif yaşam tarzları.

Uzay yolcusu zekâ sahibi türlerin makul bir süre sonra farklı ilgi alanlarına sahip olacak şekilde “olgunlaştıkları” sıkça ileri sürülmektedir. Bu fikir genişleme dönemine bir sınırlandırma getirebilir, ancak keşif çalışmalarına değil. Bu türden herhangi bir senaryonun tüm yaşlı bilge türler için geçerli olduğunu düşünmek güçtür.

Yaşam uzatma tekniklerinin keşfi, muhafazakârlığın, ekolojik hassasiyetin ve uzay yolculuğunun tehlikelerinden kaçınmanın desteklenmesi eğilimine neden olabilir (4). Evrimden arta kalan bölgecilik içgüdülerinin kendi üstlerinde uygulanacak ameliyatlar ile bastırılması da Sagan (4) tarafından önerilmiş bir diğer seçenektir; ancak Sagan burada “bölgecilik” ile sağlıklı bir zorunluluk olan “dağılma”yı karıştırıyor olabilir. Bu ikinci dürtü, türleşmenin bir öğesidir ve kültürün icadı ile anlamını yitirmez.

6) “Değersiz bölge.” Yeryüzü erişilemez veya arzu edilmeyen bir yerdir.

(a) Fizik çevrelerinden bir miktar destek kazanmış ışıktan hızlı yolculuk tekniklerinden biri “geometrodinamik” vasıtasıyla olandır. Genel göreliliğin Einstein alan denklemlerinin, net yükü olan veya dönen karadeliklerle ilgili çözümleri mevcuttur. Bu çözümler, başlangıçta uzaya ait olan bölgeden ayırılmış art arda gelen asimptotik olarak düz uzay-zaman bölgeleri halinde, zaman-benzeri bir doğrultuda karadeliğin içine doğru analitik olarak sürdürülebilirdir. (Bazı fizikçiler günümüzde bu türden “solucan deliği” tünellerinin, tekilliğin içindeki sınırsız maviye kayma etkileri nedeniyle yıkılacağını iddia etmektedir. Ancak bunun doğru olmayabileceğini düşünen başkaları da vardır (62, 63).)

Eğer bu tür bir ışıktan hızlı yolculuk şekli güvenilir ve verimli ise, galaktik uygarlıkların, giriş ve çıkış noktaları civarında toplanmaları beklenebilir. Yavaş ve pahalı olan “ağır gemi” teknolojileri tercih edilmeyecektir. Bu durumda, astronomların yakında bir karadelik gözlemlememiş olmaları gerçeği, Antropik İlkenin bir belirtisi olabilir. Eğer yakınlarda “kullanılabilir” bir karadelik olsaydı, Yeryüzü’ne çoktan yerleşilmiş olacak, ekolojik bir soykırım meydana gelecek (bir sonraki bölüme bakınız) ve biz, karadeliği gözlemlemek üzere burada olmayacaktık. Bu nedenle, bizim halihazırda burada olduğumuz gerçeği, yakınlarda bir karadelik gözlemlemiyor olmamız ile tutarlıdır.

Yazar Hal Clement’e ait, çok sayıda ve çok uzun ömürlü olan kırmızı cücelerin uygarlığın gerçek merkezleri olduğu “kızıl imparatorluk” kavramı buna benzerdir. Dünya dışı zeki türler genel olarak Güneşimiz gibi görece sıcak yıldızlardan uzak duruyor olabilir.

(b) Erişilemezlik dönemlerine neden olabilecek bir diğer sistematik etki ise Güneş’in galaksi merkezi etrafındaki hareketidir. Halihazırda, galaksinin birkaç parlak ve genç yıldız ile yoğun yıldızlararası hidrojen bulutlarının bulunduğu, gaz ve toz açısından zengin bir spiral kolunun dışına doğru hareket halindeyiz. Bu bulutlar Bussard ön-kepçe {İng. Bussard ramscoop} yıldız gemilerini çalıştırmak için gerekli olabilir (64); ancak başka türden yolculuklar için tehlike olarak görülüyor da olabilir.

(c) Yeryüzü’ndeki yaşam biçimleri neredeyse tamamen sol elli amino asit izomerlerine bağımlıdır. Bu durum başka yerlerde geçerli olmayabilir. Eğer başka yerlerde “sağ elli” yaşam baskınsa, Yeryüzü’nden, olası yerleşimcilerin burada yiyecek bir şey bulamayacak olması nedeniyle sistematik olarak kaçınılıyor olabilir.

Buradaki listede yalnızca uzaylı varlıkların bizimle temasa geçmelerine engel olabilecek senaryo çeşitlerine değinilmiştir. Birçok başka olasılık da mevcuttur (65). Ne yazık ki, tekrar, buradaki önerilerin neredeyse tamamı münhasır olmama ilkesini sağlama konusunda başarısızdır. Buraya kadar yalnızca bahsetmiş olduğumuz muazzam süreler boyunca herhangi bir teması sistematik olarak önleyecek bazı açıklamalar tartışılmıştır.

Yerleşim küreleri – “\(L\)” çarpanı.

Birçokları, teknolojik türlerin uzay yolculuğu yetisini elde ettikten sonra yıldızlararası uzayda yayılma hızları konusunda tahminlerde bulunmuştur (1, 4, 8, 9). Genel olarak gemi hızlarının, göçleri pratik olarak mümkün kılacak kadar yüksek, fakat kolonicilerin buldukları ilk uygun konumda yerleşmeyi tercih edecekleri kadar da yavaş olduğu varsayılır. Bu nedenle dünya dışı zeki türlerin yayılmasının galaktik kalınlığa ulaşılıncaya kadar küresel, sonrasında ise genişleyen bir disk şeklinde devam etmesi olasıdır. Bu araştırmalardaki odak noktası yerleşilen bölgenin hücum kenarı ile genişlemekte olan bir ırkın belirli bir süre içerisinde ne kadar uzağa yayılabileceğini belirleyen yayılma dalgasına ait ön cephe olmuştur.

Diğer taraftan, eğer nüfus baskısı ana güdüleyici neden ise, yerleşimin uzun süredir mevcut olduğu yerleşim küresinin iç kısımlarında bulunan dünyaların kaderi merak konusudur. “Nüfus baskısı” kelimeleri bu toplumların olası kaderlerini gözler önüne serer.

Yaklaşık M.Ö. 1500 ila M.S. 800 arasındaki Polinezya yerleşimlerini ele alalım (66). Adadan adaya geçme ile yıldızlararası yayılım arasında bir benzetme yapmak mümkündür. Jones, yıldızlararası yerleşim modeli için Polinezya yayılmasına ait arkeolojik nüfus istatistiklerini kullanmıştır. Kendisi, cesur Polinezyalıları, “yıldızdan yıldıza atlayan” koloni girişimlerinin olası başarısı olarak yorumlamaktadır (8).

Polinezya tarihi, yıldızlararası yerleşimle benzerlikler taşıyor olabilir, fakat bu iyimser olmaktan ziyade, belki de kanlı bir benzerliktir. Ada yaşantısına ait Hollywood düşleri cennetvari olabilir, ancak Polinezya kültürleri, yetişkin erkek nüfusun savaş veya ayinlerde kanlı bir şekilde ortadan kaldırılması ile kontrol edilen aşırı nüfus döngülerine tabi olmuştur. Adaların erkek nüfusunun –kimi zaman iç çekişmeler ve kimi zaman da diğer adalardan saldıran diğer erkekler nedeniyle– neredeyse tamamen yok olduğu birçok anlatı mevcuttur (67).

Evcil ve asalak hayvanların getirilmesi, adaların ekosistemlerini bozmuş, birçok yerli bitki ve hayvan türü yok olmuştur.

En ağır vaka, aynı zamanda Paskalya Adası olarak da bilinen Rapa Nui’dir. M.S. 800 civarında yerleşilen ada, en yakın koşularından binlerce kilometre uzakta olmasıyla, insan tarihinde yıldızlararası bir koloniye en fazla benzeyen konum burasıdır.

Polinezyalı yerleşimciler, yerel ormanları tamamen tahrip ederek, Rapa Nui’nin bakir ekosistemini birkaç nesil içerisinde tamamen yok ettiler. Ev veya gemi yapımında kullanılabilecek odun kalmadığı için, hernagi bir kaçış veya ticaret olasılığı ile birlikte, denizi ve tüm kaynaklarını terk etmek zorunda kaldılar. Geriye kalan tek şey yerel kayalar –ki bunlardan tüyler ürpertici ıssız biçimler oymuşlardır– ve savaştı. Avrupalılar vardığında, Rapa Nui yerlileri kendi kendilerini neredeyse yok etmişlerdi (68, 69).

(Alfred Crosby, bu türden felaketlerin kolonileştirmenin sık rastlanan yan etkileri olduğunu göstermiştir (70).)

Eğer Polinezya, yıldızlararası göç için bir benzetme olarak kullanılacaksa, yalnızca büyük seyrüsefer ustalıklarının değil, hikâyenin geri kalanının teknolojik bir ortama göre yorumlanmış halinin de ele alınması gerekebilir.

Dünya dışı zeki türlerin yayılımına ait yerleşilmiş bir küre düşünelim. İçteki sistemler ne olacak? Polinezya örneği, bizi azalan kaynaklar için rekabetin giderek artmakta olduğu ve çevredeki tüm sistemlerin benzer sıkıntılar yaşıyor olması nedeniyle fazladan nüfus için herhangi bir tahliye yolu olmadığı bir resme ulaştırmaktadır.

Stull (71), iç sistemler tarafından dış kabuk yerleşimlerine uygulanan baskının azalmasının keşif ve genişleme hızını yavaşlatabileceğini öne sürmüştür. Fakat ışıktan hızlı yolculuk olmadan, yıldızlararası emperyalizm akıl dışı görünmektedir. Nüfus baskısından kaynaklanan çatışmanın, her gezegen sistemi içindeki kaynaklar için mücadele biçiminde gerçekleşmesi çok daha olasıdır.

Uzun süre önce yerleşilmiş olan bir sistemde, uygun göktaşları erkenden yaşam alanlarına dönüştürülmüş olacaktır. Güneş enerjisine engelsizce erişimi bulunan daha içteki güvenli yörüngeler daha tercih edilir olacaktır. Bu şartlar altında, gezegen yüzeylerinde yaşayanlar ile uzayda yaşayanlar arasında derin kültürel ayrımlar ortaya çıkabilir. Örneğin, en verimli uzay yapılarının dahi uçucu gazlarının sıklıkla yenilenmesi gerekecektir. Kuyrukluyıldızlar ve bir zamanlar kuyrukluyıldız çekirdeği olmuş olan göktaşları bunun bir kısmını sağlayabilir, ancak karasal gezegenler daha yakın ve gerekli elementler açısından daha zengin olacaktır.

Uzay gezginleri, kütleçekimsel kuyunun üzerindeki konumlarından, gezegene bağlı akrabaları üzerinde, uygarlıklarını tamamen yok edinceye kadar şehirlerini yönlendirilmiş göktaşları ile bombardımana tutarak baskı kurabilir. Gezegensel yaşama ait duyguları uzun zaman önce bir tarafa bırakmış olan uzayda-doğanlar, karasal gezegenleri yalnızca inşa malzemeleri için olası bir kaynak olarak görüyor olabilir. Yeryüzü gibi bir dünyayı, gezegensel çarpışmalar meydana getirerek parçalamak, gelişkin bir teknolojinin yeteneklerinin ötesinde olmayacaktır. Bu, ışıktan hızlı yolculuk veya elektromanyetizmayı devre dışı bırakan iletişim yöntemlerinden daha makul bir fikirdir. Bu türden olayların Drake denklemindeki terimler, özellikle de \(n_e\) üzerindeki etkileri şiddetli olabilir.

“Kuluçka Dünyalar.”

Modern toplumun Yeryüzü’nün kaynaklarını doğal olarak yenilenebileceğinden çok daha hızlı tükettiğini veya tahrip ettiğini ileri süren çok sayıda çalışma mevcuttur (73, 74, 75, 80). Gezegensel bir sistemin yüksek nüfus basıncı olan teknolojik bir kültürü yalnızca belli bir karakteristik süre boyunca destekleyebileceğini farz edelim. Bu yaşam süresi konumdan konuma, kültürden kültüre değişecektir, ancak her türün kendi genişleme küresi içerisinde buna karakteristik bir değeri atanması mümkün olabilir. Şu halde, süresi boyunca yerleşim altında bulunan bir konuma, \(S\left( t \right) = \exp \left( { – t/L’} \right)\) şeklinde bir hayatta kalma çarpanı atanabilir.

Dünya dışı zeki bir türün, evrimleştiği sistemden (gemi hızı ile menzilin sınırı olan \(R\)’de bulunan en ileri yerleşimlerin gelişim gecikmesini birleştirerek), \(v\) pc*yıl-1 ortalama etkin hızla yayıldığını farz edelim. Bu durumda merkezden uzaklıkta bulunan bir konum için \(S\left( r \right) = \exp \left( { – \left( {R – r} \right)/vL’} \right)\) elde edilir. Yerleşim küresi içerisinde bulunan hayatta kalan konumlar, denklem [3]’te hesaplandığı şekliyle aşağıdaki gibi olur:

\[{n_j} = B{f_g}{n_e}4\left( \pi \right) \cdot \int\limits_0^{R\left( j \right)} {{r^2}S\left( r \right)dr}\quad\quad[4] \]

Birçok yazar tarafından, \(n_j\)’nin, genişleme hızı \(v\)’den görece az etkilendiğinin ileri sürüldüğünü gördük. Fakat \(L’\)’ye kesinlikle ciddi bir şekilde bağlıdır. Eğer yerleşilen biyosferler teknolojik uygarlıkları uzun bir süre boyunca destekleyebiliyorsa, \(n_j\), ulaşılan yarıçapın küpü ile orantılı olarak artar. Diğer taraftan, eğer \(L’\) çok küçükse, iç kısımda kalan konumlar hızla tükenir, en dış kabuk baskın hale gelir ve konumların sayısı yalnızca karesi ile orantılı olarak genişler. Galaksinin sonlu disk şekli dikkate alındığında ise, \(n_j\), kısa bir süre sonra doğrusal olarak artmak zorunda kalır ve yakıt olmadığı için kendi kendisini tüketen bir çalı ateşi gibi, en sonunda düşmeye başlar.

Çalı ateşinin yalayıp geçtiği kavrulmuş arazi gibi, galaksi bir süre sonra diğer “zeki” etkinliklerin girişimleriyle geri döndürülebilir. Fakat bu tür bir tepki ne kadar hızlı olabilir? Üzerinde uzun ve yavaş zekâ evriminin gerçekleşebileceği bir “Kuluçka Dünya”nın yaşam döngüsünü ele alalım.

Yeryüzü’nde yaklaşık 65 milyon yıl önce gerçekleşen –yetişkin hali 25 kg’den daha ağır olan neredeyse tüm karasal hayvan türlerinin, kısa bir süre boyunca, ortadan kalktığı bir felaket olan– Kretase-Tersiyer Felaketi‘nden bu yana çok şey meydana gelmiştir (76). Nesilleri gezene egemen olacak yaratıklar, farelerin, lemurların ve sivri farelerin erken eşdeğerleridir. Bu mütevazı hayvanlar, büyük sürüngenlerin ölümü ile boş kalan ekolojik nişleri doldurmak üzere yayılmış ve çeşitlenmiştir. Biz de onların nesilleri arasındayız.

Gezegenin mevcut teknolojik türünün soyunun aniden tükenmesi, bir kuluçka olarak Yeryüzü’nün sona ereceği anlamına mı gelmektedir? Gelmeyebilir. Eğer “fareler” bunu bir kez başardıysa, belki bir kez daha başarabilirler.

Uygun dünyaların, zekâya uygun bir biyolojik karmaşıklığa –belki genomun bir karmaşıklığına– ulaşmak için başlangıçta uzun bir nadas döneminden geçmeleri gerektiği ileri sürülmüştür. Bundan sonra ise, bir önceki zeki ırkın neden olduğu tahribatın onarılması için gereken süreye bağlı olarak, zekâ sahibi türleri oldukça kısa süreler içerisinde ortaya çıkarabilirler. Kretase Felaketi ile günümüz arasındaki aralık, küçük yaratıkların yüksek bir karmaşıklık seviyesine bir kez ulaşması anlamında, söz konusu süreler için makul bir veri oluşturur.

Şimdi, uzay yolcularına ait döngüsel göç ve kolonileştirme dalgalarını düşünelim. Gezegenlere yerleşildiğini, kaynaklarının işlendiğini sonra da şu veya bu nedenle terk edildiklerini farz edelim. Gezegenin önceki sakinleri olan zekâ sahibi türler, dünyalarının büyük bir bölümünü nadasa bırakmazlar veya yerel yüksek hayvanları biyomühendislik ile kalkındırmazlar ise, yalnızca varlıklarının dahi yerel zeki türlerin ortaya çıkışını önlemesi olasıdır. Bir gezegene ait zeki türlerin ortaya çıkış döngüsü, teknolojik bir yerleşim nedeniyle muhtemelen belirsiz bir süre boyunca ertelenecektir.

Yerleşimciler en sonunda ayrıldığında (veya soyları tükendiğinde), başka bir alet kullanan neslinin ortaya çıkışı için gerekecek süre, önceki yerleşimcilerin dünyalarına nasıl davranmış olduklarına bağlı olacaktır. Kaynak işleme ve kullanımları ne kadar kapsamlı olmuş ise, yerel biyosferdeki yararlı kaynakların eksikliği de o denli şiddetli olacaktır. Kendi teknolojik uygarlığımız, vahşi doğayı korumak için gayret gösteriliyor olmasına rağmen, Yeryüzü üzerindeki ekolojik ağları belirgin bir şekilde basitleştirmiştir. “Yüksek” yaşam biçimlerinin, diğerlerine göre daha kırılgan ve karmaşık ekosistemlere daha bağımlı oldukları ortaya çıkmıştır.

Bu, yıldızlararası göçle ilgili olarak büyük ölçüde göz ardı edilen önemli bir konudur. Yerleşimciler, soyları tükenerek, kendilerini yok ederek, topluca göç ederek veya bir çeşit aşkın çözülme nedeniyle nihayet çekildiğinde, ekolojik geri dönüşüm devam edebilir, ancak zekânın iyileşmesi ve yenilenmesi, gezegen teknolojik bir ırk tarafından ikamet edildikten sonra uzun bir süre gecikecektir. Bu nedenle nüfus baskısı, denklem [1]’de yalnızca \(L’\) çarpanı üzerinde değil, \(f_i\) üzerinde de etkili olacaktır.

Yeryüzü’ne dünya dışı zeki bir tür tarafından yerleşilmiş olduğu ile ilgili bir kanıt mevcut değildir. Düşük olasılıklar içeren en yakın zamanlı olay, yalnızca dinozorların yok oluşunu değil, aynı zamanda aynı zamanda silisli ve kalkerli filoplankton taksonlarının ve diğer birçok deniz mikroorganizmalarının da soyunun neredeyse tamamen tükenmesiyle sonuçlanan Kretase Felaketi’dir (77).

Yakın zamanda Kretase’nin sonuyla bağlantılı tortul katmanlarında iridyum açısından zengin (normal miktarın 150 katına kadar) ince kil tabakaları keşfedilmiştir. İtalya (78) ve New Mexico (79) da dahil olmak üzere 25 konumda yapılan keşifler, aniden gelen anormal bir toz ile bu büyük katliam arasında bir bağlantı olduğuna işaret etmektedir. Akla yatkın bir hipotez, ciddi bir göktaşı çarpmasının, hava olaylarını şiddetli bir şekilde değiştirmesi, yüzeye ulaşan güneş ışını miktarını düşürmesi ve fotosentez olayını üç aya kadar durdurması ile her iki olayın birden sorumlusu olduğu şeklindedir.

Fakat, denizlerde meydana gelen soy tükenmelerinden sorumlu olduğu ortadayken, göktaşı, büyük sürüngenler için ancak bardağı taşıran son damla olmuş olabilir. Yaklaşık 108 yıllık uzun bir istikrar döneminden sonra, dinozorlar son felaketten önce halihazırda yok olmaya başlamışlardı.

Bu soy tükenişlerinin şekli, Afrika faunasının, yakın zamanlı teknolojik sakinler olan beyaz ve siyah insanların elinde şekillenen ekolojik öyküsünü andırmaktadır. Ve dinozorlar çağının felaketle gelen sonu, bir yerleşim çağının, belki göktaşlarının kullanıldığı son bir savaş ile dünya dışı yerleşimcilerin Yeryüzü’nün yüzeyindeki yüksek biçimleri ortadan kaldırarak, onu istemeden kuluçka dönemine geri döndürdüğü şiddetli bir sondan çok da farklı değildir.

Papagiannis (59) göktaşlarında dünya dışı zeki türlerin yıldızımızı ziyaretlerine kalıntıların bulunuyor olabileceğini ileri sürmüştür. Yok ettikleri Yeryüzü’nde yaşamış olan kuzenlerinin umutsuz bir misillemesi sonucu öldürülmüş devasa bir nüfusa ait kalıntılar bulmamız mümkün müdür? Dünya dışı zeki türlerin yaklaşık 70 milyon yıl önce Yeryüzü’ne yerleşmiş olması, yüksek karasal yaşam biçimlerinin ve birçok deniz taksonunun kısa zaman içerisinde yok olmasına ait fazladan (kuşkusuz zayıf) bir açıklama getirmektedir. Yerleşimci şehirlerinin göktaşı kraterleri altında kalmış olduğunu varsaysak dahi bu fikri desteklemek güçtür. Çiçekli bitkiler ilk kez bu sıralarda ortaya çıkmış olduğu halde ve bu önemli bir evrimsel süreksizlik olmasına rağmen, dış etkenler tarafından getirildiklerine dair gerçek bir kanıt mevcut değildir.

Kretase gizeminin bu açıklamasına pek önem vermiyorum. Gerçekten de, Yeryüzü’nün kolonileştirilmemiş olmasını zamanda ne kadar geriye atarsak, Büyük Sessizlik hakkında burada bahsedilen alternatif açıklamaları o kadar daha ciddi bir tercih etmemiz gerekir. Yine de, felaketten itibaren geçen, Homo Saphiens‘in gelişiminin de içinde bulunduğu 60 milyon yıllık sürenin, Jones (8) tarafından teknolojik bir ırk için önerilen galaksiye yayılma süresi ile aynı olması dikkate değerdir.

Aslına bakılırsa, Kretase-Tersiyer türünün tek örneği değildir. Tortul kayıtlar arasında, Devoniyen döneminin sonunda ve yaklaşık 225 milyon yıl önce Permiyen-Triyas dönemleri arasında gerçekleşen de dahil olmak üzere, en azından dört ana kütlesel yok oluş bulunmaktadır. (Bu ikinci tortul da benzer şekilde 1 cm kalınlığında anormal bir kil tabakasına sahiptir.) Bunlar arasından görülen kabaca 107-108 yıllık aralıkları, Newman ile Sagan tarafından önerilen, uzay yolculuğu yapan türlerin galaksiye yayılmaları ile kıyaslamak akıl dışı olmayabilir.

Eğer Kreatase ekolojik soykırımı, “uygarlık” kabuğu dışarı doğru genişlerken yerleşim küresi tahrip olan önceki bir uzay gezgini ırkın ölüm kıvranışlarının yerel bir tezahürü idiyse, Yeryüzü, bu civarda teknolojiye sahip bir tür geliştirecek kadar toparlanan ilk kuluçka dünya olmuş olabilir. Bu fikir, “Eşsizlik” hipotezinin şu ana kadar sahip olamadığı bir mekanizma sunmaktadır. Zira, uzaydaki bölgemizin neden ıssız bir dengesizlik durumunda olduğuna dair bir açıklama teşkil eder.

Bu durumda geleceğimiz nasıl olacak? Mevcut hayatta kalma krizinden kurtulup kendi yıldızlararası yolculuk dönemimize girebilirsek, çevremizde her yönde daha eski bir çağa ait hüzünlü kalıntılarla mı karşılaşacağız? Bu bize bir ders olurdu. Ancak kendi dünyalarında kendi kendilerini kısıtlayan ve çevresel duyarlılığı olan insan kültürleri, bu yaklaşımlarını sonu gelmeyen genişleme fırsatları nedeniyle yeni koloniler kurmak üzere uzaklara seyahat eden kültürlere dayatamaz. Bencil bir çekirdeğin, daha akılcı bir kolonileştirme politikası olan bir merkezden daha hızlı yayılması olasıdır. Duyarlı yerleşimcilerin uzun vadeli potansiyellerinin bilincinde olukları için yerel ekosferleri korudukları ve kolladıkları bölgeler var olabilir. Başkaları ise açgözlüce davranabilir. Münhasır olmama her ikisi için de geçerlidir.

Jones (55), felaketler veya daha az şiddetli kaynak azalması/tükenmesi biçimlerinin herhangi biri nedeniyle yerleşim kürelerinin iç kısımlarının (sonraki uzay yolcularını engelleyecek şekilde) iflas ettiği durumlarda, iç dünyaların, henüz canlı olan en dış kabuk tarafından gerçekleştirilecek kolonileştirme girişimlerinin hedefi haline gelebileceğini ileri sürmüştür. Bu uygarlığın bir “ters akışı”na neden olacaktır. Bu düşünce şekliyle ilgili sorun, bir biyosferin çekiciliğini tekrar kazanmadan önce gereken toparlanma süresidir (73, 74, 75). Ve bunun gerçekleştiği durumda dahi, tahrip edilmiş kuluçka dünyalarındaki nesilleri tükenen yüksek hayvan biçimleri için bir şey ifade etmez. Bir sonraki dünya dışı zeki tür nesli yine de yok olmuş olacaktır.

Büyük Sessizlik, büyük anıtların etrafından uçuşan kumların sesi midir? Dünya dışı yaşamın bulunmaması, “nüfus baskısı”nın yıldızlara yolculuk etmelerine neden olmasına izin veren yıldız gezgini türlerin henüz zekâya sahip olamamış kurbanlarının sessiz bir anlatısı olabilir.

TABLO I: Dünya dışı yaşamın görünürdeki yokluğu için önerilen nedenler

SONUÇ

Büyük Sessizlik ikilemi, genç bir araştırma alanı olan zenolojinin, görünürde zeki komşularımız olmayışını açıklamak için iyimser bahanelere başvuranlar ile Sessizliğin, insanlığın bu açık arazide tecritte olduğunun kanıtı olarak kabul edenler arasındaki ilk mücadeleye sahne olmasına neden olmaktadır.

Her iki yaklaşım büyük ölçüde kişisel önyargılardan ve detaylı kıyaslamalı araştırmaların eksikliğinden mustariptir. Bu makalede, büyük bir önem taşımasına rağmen, neredeyse hayaletsi bir dokunulmazlığı olan bir konuyu ele almaya çalıştık. Konuyu mantıksal öğelerine ayırdık ve olasılıkları biçimsel olarak tartışmaya çalıştık. Tablo I burada tartışılan pek çok fikri ve bunların denklem [1-4] üzerindeki ilgili etkilerini göstermektedir. Burada alıntılanan kaynakları okumak ve kendi fikrine varmak konuya ilgi duyan okura kalmıştır.

Burada tartışılan bazı başlıklar iyimser tarafa yaklaşma birlikte, bazıları da son derece kötümser görünmektedir. Biz yalnızca sorunun tam bir çözümlemesine ait ana hatları ortaya koyduk. Daha ileri araştırmalar, insanlığın eşsizliği ile ilgili bu temel soruna uygulanabilecek her türlü deneysel test olanağını göz önünde bulundurmalıdır.

Bu değerlendirme, evrenin daha önce tartışılandan çok daha farklı şekillerde kötücül olabileceğini gözler önüne sermiştir. Gerçekten de, ileri sürülen hipotezlerden münhasır olmama ile tam olarak tutarlı görünenleri –”Ölümcül Sondalar” ve “Ekolojik Soykırım”ı– düşünmesi dahi iç karatıcıdır.

Yazar, yaşlı türlerin insanlıktan mutlaka daha bilge olacaklarını kabul etmese dahi, bu tür asil ırklar pekâlâ var olabilir. Eğer böyle bir kültür uzun süre yaşadıysa ve gençlik enerjisini koruyabildiyse, sonradan ortaya çıkacak uzay gezgini türlerin yaşamlarının gizli potansiyeline saygı duymayı öğrenmiş olabilir.

Büyük Sessizlik, bir bebek odasına benziyor olabilir: Yetişkinlerin, çocuğun büyük ve renkli rüyalarını bölmemek için alçak sesle konuştukları bir odaya…

KAYNAKLAR

(1) Tipler, Frank J., 1981. Physics To-day, 34, 9, 5.
URL: //bilimvesaire.com/2019/04/bilim/dunya-disi-zeki-yaratiklar-yok/

(2) Extraterrestrial intelligence: the debate goes on, Physics To-day, 1982 March, 26-38.

(3) Crick, F.H.C. & Orgel, L., 1973. Icarus, 19, 341.

(4) Newman, William I. & Sagan, Carl, 1981. Icarus, 46, 293.

(5) Bracewell, R.N., 1960. Nature, 186, 670.

(6) Kuiper, T.B.H. & Morris, M., 1977. Science, 196, 616.

(7) Cassenti, B.N., 1982. J. Br. interplanet. Soc., 35, 116.

(7b) O’Niell, G.K., 1976. Physics To-day, 27, 32.

(7c) Martin, A.R. (ed.), 1978. Project Daedalus, Final Report of the British Interplanetary Society Starship Study.

(8) Jones, Eric, 1981. Icarus, 46, 328.

(9) Hart, Michael, 1975. Q. Jl R. astr. Soc., 16, 128.
URL: //bilimvesaire.com/2018/02/bilim/yeryuzunde-dunya-disi-varliklar-gozlemlenmemesine-ait-bir-aciklama/

(10) Tipler, F.J., 1981. Q. Jl R. astr. Soc., 22, 3-21.

(11) Tipler, F.J., 1981. Q. Jl R. astr. Soc., 22, 133.

(12) Bond, A., 1982. J. Br. interplanet. Soc., 35, 195.

(13) Martin, A.R., 1979. J. Br. interplanet. Soc., 32, 424.

(14) Sagan, C., 1973. Icarus, 19, 350.

(15) Saunders, M.W., 1981, J. interplanet. Soc., 34, 239.

(16) Shklovskii, I.S. & Sagan, C, 1966. Intelligent Life in the Universe, Holden Day.

(17) Interstellar Communications, ed. Cameron, A., W. A. Benjamin, New York, 1963.

(17b) Drake, F., 1961. Discussion of Space Science Board, National Academy of Sciences Conference on Extraterrestrial Intelligent Life, November, Green Bank, Western Virginia.

(18) Blum, H.F., 1965. Nature, 206, 131.

(19) von Hoerner, S., 1963. In Interstellar Communications, p. 272, ed. Cameron, A., W. A. Benjamin, New York.

(20) Zwicky, F., 1957. Morphological Astronomy, Springer-Verlag, Berlin.

(21) Simmons, H.T., 1982. Mosaic Mag. (NSF), March/April, 16-22.

(21b) Carter {Carr}, B.J. & Rees, M.J., 1979. Nature, April 12.

(22) Bylinsky, G., 1981. Life in Darwin’s Universe, Doubleday, New York.

(23) Forward, Robert, 1980. Interstellar flight systems, AIAA Paper No. 80-0823.

(24) Hoyle, F., 1980. Vistas Astr., 24, 123.

(25) Story, R., 1976. Space-Gods Revealed: a close look at the theories of Erich von Daniken, Harper & Row, New York.

(25b) Gradie, J. & Tedesco, E., 1982. Science, 216, 1 405.

(26) Hoffman, J. et al., 1982. Science, 216, 630.

(27) Abt, H., 1977. Scient. Am., The companions of sunlike stars, 236, 96-104.

(28) Bettis, C., Bonnell, J. & Branch, D., 1977. Icarus, 32, 461.

(29) Dole, S., 1970. Habitable Planets for Man, 2nd edn, Elsevier, New York.

(30) van de Kamp, P, 1977. Vistas Astr., 21, 289-310.

(31) Rasool, S.I. & De Bergh, C., 1970. Nature, 226, 1037.

(32) Dole, Stephen H., 1970. Icarus, 13, 494.

(33) Miller, S.L., 1955. Science, 117, 528.

(34) Where is the science in creationism?, Science, 215, 142-146, 1982.

(35) Dickerson, R.E., 1 978. Scient. Am., 239, 62.

(36) Hoyle, F. & Wickramasinghe, C., 1979. Astrophys. Space Sci., 66, 77.

(36b) Hoyle, F., 1 981. Engrg Sci., 45, 8.

(37) Whittet, D.C.B., 1981. Q. Jl R. astr. Soc., 22, 3-21.

(38) Walter, M.R., Buick, R. & Dunlop, J.S.R., 1980. Nature, 284, 443-445.

(38b) Ponnamperuma, C., 1979. New. Scient., 81, 75.

(38c) Kasting, J.P. & Walker, J., 1981 . J. geophys. Res., 86, 1140-1158.

(39) Dobzhansky, T., Ayala, F., Stebbins, G.L. & Valentine, J.W., 1972. Evolution, Freeman & Co.

(40) Sanchez, R., Ferris, J. & Orgel, L.E., 1966. Science, 152., 72.

(40b) Miller, S. & Orgel, L., 1974. Origins of Life on Earth, Prentice-Hall.

(41) Schwarz, A. Geochim. Cosmochim. Acta.

(41a) Margulis, L. (ed.), 1973. Proc. IVth Conf. Origins of Life: Chemistry and Radioastronomy, p. 113, Springer-Verlag, New York.

(41b) Cairns-Smith, A.G., 1971. The Life Puzzle, Oliver & Boyd, London.

(41c) Weber, A.L. & Miller, S., 1981. J. Mol. Evol., 17, 273-284.

(41d) Cox, L . J., 1976. Q. Jl R. astr. Soc., 17, 201-208.

(42) Rao, U.K., 1982. J. Br. interplanet. Soc., 35, 459.

(42b) Hart, M.H., 1979. Icarus, 37, 351-357.

(43) Morrison, P., 1973. CETI, ed. Sagan, C., MIT Press.

(44) Jacob, F., 1977. Science, 196, 1166.

(45) Bergstrom, J., 1979. Morphology of fossil arthropods as a guide to phylogenie relations, p. 46 in Arthropod Phylogeny, ed. Gupta, A.P., Van Norstrans Rienhold, New York.

(46) Tiegs, O.W. & Manton, S.M., 1958. Biol. Rev., 33, 255-337.

(47) Riklefs, R.E., 1973. Ecology, p. 342, Chiton Press.

(48) Blum, H.F., 1965. Nature, 206, 131.

(49) Premack, D., 1976. Intelligence in Ape and Man, Eribaum, Hillsdale, New Jersey.

(50) Herman, L., 1980. Cetacean Behavior, Wiley (Interscience), New York.

(51) Kuiper, T.B.H., 1980. In Strategies for the Search for Life in the Universe, p. 35, ed. Papagiannis, M.D.

(52) King, M.C. & Wilson, A.C., 1975. Science, 164, 788-798.

(52b) Rao, U.K., 1982. J. Br. interplanet. Soc., 35, 103.

(52c) Coffey, E., 1981. J. Br. interplanet. Soc., 54, 107.

(53) Brin, D., 1980. Sundiver, Bantam Books, New York.

(54) Purcell, E., 1963. In Interstellar Communications, ed. Cameron, A.G.W., W.A. Benjamin, New York.

(55) Jones, E.M., private communication.

(56) Saunders, M.W., 1981. J. Br. interplanet. Soc., 34, 239.

(57) Hilton, W.F., 1981. J. Br. interplanet. Soc., 34, 400.

(58) Siebrand, W., 1982. J. Br. interplanet. Soc., 35, 135.

(59) Papagiannis, M.D., 1977. Could we be the only advanced civilization in the Galaxy?, Astr. Contr. Boston. U. Seriell II.

(60) Zebrowski, G., 1979. Macrolife, Harper & Row, New York.

(61) Ball, John A., 1973. Icarus, 19, 347.
URL: //bilimvesaire.com/2017/07/vesaire/hayvanat-bahcesi-hipotezi-nedir/

(62) Birrell, N.D. & Davies, P.C.N. , 978. Nature, 272, 35.

(63) McNamara, J.M., 1978. Proc. R. astr. Soc., 358, 449.

(64) Bussard, R.W., 1960. Astr. Acta, 6, 179.

(65) Stephenson, D.G., 1979. Q. Jl R. astr. Soc., 20, 481.

(66) Akerblom, K., 1968. Astronomy and Navigation in Polynesia and Micronesia. A Survey, Ethnografisk Museet.

(67) Jennings, J. (ed.), 1979. The Prehistory of Polynesia, Harvard University Press.

(68) Dos Passos, J., 1971. Easter Island, Doubleday & Co., New York.

(69) Wolff, W., 1948. Island of Death, p. 70, Augustin, New York.

(70) Crosby, A., 1983. In Conference on Interstellar Migrations, Los Alamos, ed. Jones, E., in press.

(71) Siun, M.A., 1979. J. Br. interplanet. Soc., 32, 221.

(72) Brin, G.D., 1980. Astrophys. J., 237, 265.

(73) Fyfe, W.S., 1981. Science, 213, 105.

(74) Hafile, W., 1980. Science, 209, 174-183.

(75) Simon, J., 1980. Science, 210, 1431.

(76) Russell, D.A., 1979. Ann. Rev. Earth Planet. Sci., 7, 163.

(77) Thierstein, Hans R., 1981. Proc. Conf. Large Body Impacts, Snowbird Utah, October 19-22, submitted.

(78) Alvarez, L.W., Alvarez, W., Asaro, F., & Michel, H.V., 1980. Science, 208, 1095.

(79) Lindsay, E.H., Butler, R.F. & Johnson, N.M., 1979. Geology, 7, 323.

(80) Simon, J.L., 1981. The Ultimate Resource, Princeton University Press.

 

-oOo-

 

Bu yazı Bilimvesaire.com’da, Dr. Brin’in nazik izniyle yayımlanmıştır. Kendisinin,