Varoluşçuluk (Crash Course Philosophy #16) | Video
Hayatınıza ne anlam veriyor? Tanrı mı? Aşk mı? Para mı? İş mi? Hayran kurgusu mu? Futbol mu? Alışveriş mi? Sherlock mu? Hayattaki amacınızla ilgili kendinizce bir düşünceniz olabilir ya da belki de bu dersin bulmanıza yardımcı olmasını umuyorsunuzdur. Ya da insan olarak belli bir öz ve Tanrı tarafından size verilmiş bir amaçla yaratıldığınıza inanıyor olabilirsiniz.
Ne olursa olsun, kimse sizi hayatınızın anlamlı olmasını istediğiniz için suçlayamaz. Anlam hepimizin arzuladığı ve belki de ihtiyaç duyduğu bir şeydir. Ve din felsefesi bölümünü bitirirken, hayatımızı nasıl anlamlı gördüğümüzden bahsetmemiz gerekir. Çünkü, düşündüğünüzde, bir çoğumuz hayatımızda anlam bulma işine çok fazla enerji harcıyoruz. Belki bunu din yoluyla, veya sosyal adalet için savaşarak, veya başkalarını eğiterek, ya da sanatta güzelliği arayarak buluyorsunuz.
Varoluşçular adlı bir grup filozof, ne yaparsanız yapın, bu yaptıklarınızın herhangi birinin ya da hepsinin hayatınıza anlam verebileceğini ama aynı zamanda hiçbirinin anlam veremeyeceğini söylerler.
Bildiğiniz gibi, felsefe diyalektikle ilgilidir: Biri bir fikir ortaya koyar daha sonra başka biri buna cevap verir. Bazen bu cevap hemen gelir, bazen de binlerce yıl sürer. Antik Yunan’da, Platon ve Aristoteles, her şeyin bir öze—bir şeyin o şey olmasında önemli ve gerekli temel özelliklere—sahip olduğu fikrini benimsemişlerdi. Eğer bu özellikler eksikse, o zaman o şey farklı bir şey olurdu. Örneğin, bir bıçağın tahta ya da metal bir sapı olabilir—bu önemli değildir. Ama bıçağın kesici kısmı yoksa, o zaman bir bıçak olmaktan çıkar. Kesici kısım bıçağın temel özelliğidir, çünkü bıçağa tanımlayıcı fonksiyonunu verir.
Plato ve Aristo biz dahil her şeyin bir özü olduğunu düşünüyorlardı ve bu özün daha doğmadan bizde var olduğuna inanıyorlardı. Bu düşünceye göre, iyi bir insan olmak özünüze bağlı kalmak demektir. Özünüzün ne olduğunu bilebilirsiniz de, bilmeyebilirsiniz de ve özünüze göre yaşamakta çok başarılı da olabilirsiniz, çok kötü de. Ama önemli olan özünüzün size bir amaç vermesidir. Çünkü belli bir şey olmak için doğmuşsunuzdur. Esasçılık (özcülük) olarak bilinen bu inanç, 19. yüzyıl sonlarına kadar standart dünya görüşü idi ve bugün de hala pek çok insan tarafından kabul ediliyor.
Ama 1800’lerin sonlarında, bazı düşünürler bir öze ya da amaca sahip olduğumuz fikrine karşı çıkmaya başladılar. Alman filozof Friedrich Nietzsche, örneğin, hayatın tamamen anlamsız olduğuna inanan nihilizmi benimsedi. Ancak 20. yüzyıl ortalarına gelindiğinde, Fransız düşünür Jean-Paul Sartre‘ın öz problemine dönüp “ya biz daha önce var olduysak?”, “ya değiştirilemez bir amaçla doğmuyorsak? O zaman kendi özümüzü bulmak bize mi düşüyor?” diye sormasının önü açılmıştı. Bu, bugün varoluşçuluk diye bilinen düşüncenin iskeletini oluşturdu. Mantrası da “varoluş özden önce gelir” görüşüdür. Diğer bir deyişle, varoluşumuz—doğumumuz—önce gerçekleşir. Sonra, kim olduğumuzu belirlemek bize düşer. Seçtiğimiz hayat şekliyle kendi özümüzü yazmak zorundayız. Ama kesin ve önceden belirlenmiş bir amaca sahip değiliz—takip etmemiz gereken belirli bir yol yok.
Bu fikrin zamanında ne kadar radikal olduğunu anlatmak zor. Çünkü, binlerce yıldır, bir yol çizmek ya da amacınızı bulmak zorunda değildiniz. Tanrı bunu sizin için yapardı. Ama şunu belirtmek gerekir ki varoluşçuluk, ateizm ile aynı anlama gelmez. Pek çok varoluşçu ateisttir, ama Kierkegaard gibi bazıları deisttir. Deist varoluşçuların reddettiği şey teleolojidir. Yani, Tanrı’nın evreni, dünyamızı ya da bizi belli bir amaçla yarattığı düşüncesini reddederler. Yani, Tanrı var olabilir—ancak size, hayatınıza ya da kozmosa anlam katmak—bu onun işi değildir.
Sonuç olarak, hepimiz kendimizin, dünyamızın ve hareketlerimizin hiçbir gerçek ve doğuştan gelen önem taşımadığı bir evrene doğarız. Bu varoluşçuluğun temel unsurudur. Ve savunucuları buna “absürt” der. Biz absürtlüğü saçma ya da mantık dışı olarak düşünürüz. Ama varoluşçular için, absürtlük teknik bir terimdir. Cevabın olmadığı bir dünyada cevap aramayı böyle tanımlarlar. Biz anlama ihtiyacı olan, ama anlamsızlıkla dolu bir evrende terk edilmiş yaratıklarız. Bu yüzden de boşluğa haykırıyor ama cevap alamıyoruz. Yine de haykırmaya devam ediyoruz. Bu, bir varoluşçuya göre, absürtün tanımıdır.
Teleoloji olmadığından, dünya bir amaç için yaratılmadı ve bir amaç için de var olmuyor. Eğer bunların hiçbirinin bir amacı yoksa, sadık kalınacak mutlaklıklar da yoktur: Kozmik adalet, hakkaniyet, düzen ve kurallar yoktur. Varoluşçuluğun kökleri 19. yüzyıl düşünürleri Kierkegaard ve Nietzsche’ye uzanır. Ancak, soykırım dehşetinin pek çok insanın inançlarını terk etmesine neden olduğu İkinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında dikkat çekmiştir. Onları kim suçlayabilir ki? Nazilerin olduğu bir zamanda anlamı bulmak çok daha zorlaşmıştır.
Ama Sartre anlamsızlıkla doğrudan yüzleşti ve varoluşçuluğun en acı verici yanlarından birini keşfetti. Dünyanın anlamsızlığı değil. Özgürlüğün dehşet verici büyüklüğü. Çoğumuza özgürlük harika bir şey gibi gelir. Ama Sartre bizim acı veren ve şok eden bir şekilde özgür olduğumuzu düşünüyordu. Sonuçta, eğer hareketlerimiz için bir kılavuz yoksa, hepimiz kendi ahlak kodumuzu düzenlemeye ve ona uygun yaşayacağımız bir ahlak icat etmeye mecburuz. Sartre’ye göre bu, “özgürlüğe mahkum” olduğumuz anlamına gelir, bunu da oldukça korkunç bir kader olarak görür.
Sartre, cevaplar bulmak için başvuracağınız bazı otoriteler olduğunu düşünebilirsiniz ancak düşünebileceğiniz bütün otoriteler sahtedir der. Anne-babanızın, kilisenizin ya da devletinizin dediklerini yapabilirsiniz ama Sartre bütün bu otoritelerin sizler gibi insanlar olduğunu söylemiştir, cevaplara sahip olmayan, nasıl yaşayacaklarını kendi başlarına çözmek zorunda kalmış insanlar. Sartre yapılabilecek en iyi şeyin otantik yaşamak olduğuna karar vermiştir. Sartre’ye göre bunun anlamı şudur: Absürtlük ışığında özgürlüğünüzü tüm yüküyle kabul etmek zorundasınız. Hayatın sahip olduğu her anlamın ona siz tarafından verildiğinin farkına varmalısınız. Uğraşmayıp, başkasının—öğretmenleriniz, devletiniz ya da dininizin—açtığı yolu takip etmeye karar verirseniz, Sartre’ın “kötü niyet” adını verdiği, absürdü kabul etmeme durumuna sahip olursunuz. Eğer kötü niyete göre (kötü inanç) yaşarsanız, kafanızı kuma gömüyorsunuz ve bir şeylerin sizin tarafınızdan verilmemiş bir anlamı varmış gibi davranıyorsunuz demektir.
Bu da bizi bu haftaki Flash Philosophy bölümüne getiriyor. Haydi Thought Bubble’a gidelim.
Sartre bu fikirleri, zor bir kararla karşı karşıya kalmış bir öğrencisi ile ilgili bir anekdotla açıklamıştır. Bu genç adam hayatında bir yol ayrımına gelmişti. Savaş zamanı orduya katılıp, inandığı bir dava için savaşmaya gidebilirdi. Ve bunu yapmak istiyordu. Bunun doğru olduğuna inanıyordu.
Ama aynı zamanda ondan başka kimsesi olmayan yaşlı bir annesi vardı. Eğer savaşa giderse, onu geride bırakmak zorunda kalacaktı. Bu da yanlış görünüyordu. Bu durumda kalıp, adalet için başkalarının savaşmasına izin verebilir veya savaşa gidip annesini tek başına bırakabilirdi ve muhtemelen bir daha onu göremezdi.
Genç adam davasına karşı da annesine karşı da sorumluluk hissediyordu ama sadece bir tanesine hizmet edebilirdi. Dahası, eğer savaşa giderse, büyük bir davanın küçük bir parçası olacaktı. Yapacağı katkı çok büyük olmayacaktı, ama milyonlarca insanı etkileyecek bir şeye katkıda bulunmuş olacaktı. Ama eğer kalırsa, sadece bir insanın hayatında çok büyük bir fark yaratacaktı.
Teşekkürler Thought Bubble. Peki, cevap ne?
Sartre, genç adamın kararının öneminin kimsenin ona bir cevap veremeyecek olması olduğunu söylemiştir. Aslında, adam kendi birini seçene kadar bir cevap yoktu. Hiçbir ahlak teorisi karar vermesine yardım edemezdi, çünkü başka birinin tavsiyesi tamamen otantik bir cevabı bulmasını sağlamazdı. Yani onun seçimi—ne olursa olsun—otantik olarak yapması koşuluyla, tek doğru seçimdi çünkü kabul etmeyi seçtiği değerler yoluyla belirlenmişti.
Pek çok insan varoluşçuluğun oldukça iç karartıcı bir dünya tablosu çizdiğini düşünüyor. Aslında Fransız filozof ve romancı Albert Camus iyice ileri gidip “Hayatın gerçek anlamı, kendinizi öldürmenizi engelleyen her ne yapıyorsanız odur.” demiştir. Ama çoğu varoluşçu dünyanın ve hayatınızın anlamı olabileceğini hatırlatır, ama ancak onu kendiniz vermeyi seçerseniz. Eğer dünya tabiatı gereği amaçtan yoksun ise, onu istediğiniz amaçla doldurmayı seçebilirsiniz. Böylece, kimse size çocuğunuz olmadığı ya da kazançlı bir kariyer kovalamadığınız için, veya anne babanızın sizin için koyduğu standartlarına ulaşmadığınız için hayatınızın değersiz olduğunu söyleyemez.
Bu sadece bireysel değil küresel ölçekte de geçerlidir. Eğer dünya çoğumuzun değer verdiği—adalet ve düzen gibi—herhangi bir şeye sahip olacaksa, onu biz oraya koyacağız. Çünkü, başka türlü, bunlar var olmazlardı. Yani, bazılarına iç karartıcı gelen bir dünya görüşü, başkalarına neredeyse neşe verici gelebilir.
Umarım bugün esasçılık ve cevabı olan varoluşçuluk ile ilgili öğrendiklerinizden siz de benim kadar keyif almışsınızdır.
-oOo-