edebiyat

Stephen King’in “Jaunt” öyküsü sizlerle!

 

Stephen King’in, The Jaunt adlı öyküsü, ilk kez 1981 yılında, The Twilight Zone [Alacakaranlık Kuşağı] Magazine’de, daha sonra da, 1985 yılında, Skeleton Crew adlı öykü antolojisinde yayımlanmıştır. Bu antoloji, “Sis” ismiyle 1986 gibi erken bir tarihte dilimize de çevrilmiştir. Ancak, 1980’ler ve 1990’lar boyunca Altın Kitaplar Yayınevi’nden çıkan tüm Stephen King kitapları gibi, bu da bir gariptir. Kitabın, herhangi bir içindekiler bölümü yoktur; roman değil de, öykü okuduğunuzu, ilk hikâyenin sonuna geldiğinizde fark edersiniz; kitapta not mot yoktur; internet olmayan bir dünyada, isimlere, mekânlara ve aşağı yukarı, gazetenin verdiği, kural olarak her zaman bazı sayfaları, hatta bir-iki cildi eksik ansiklopedide bulamayacağınız her şeye boş boş bakarsınız.

Bu kitapların bir diğer tuhaflığı da, hepsinin eksik veya özet olmasıdır. Nal kadar karakterleri ve seyrek satır baskıları yüzünden, kitaplardan birinin başka dildeki baskısını görseniz de, dili bilmiyorsanız şüphelenmezsiniz (hatta yabancı cep baskıları, asıl eksik olanın onlar olduğunu bile düşündürebilir). Sis de böyle bir kitaptır.

Sis’in yerli baskısında sekiz öykü bulunmaktadır: Sis, Nona, Tanrıların bilgisayarı, Maymun, Raft, El sıkışmak istemeyen adam, Yaşama hırsı ve Kabil canlandı… Oysa, Sis’in orijinal adı olarak verilen Skeleton Crew’da, yirmi iki (sayıyla 22) öykü bulunur. Yayınevi, nedense kitabı “King’den Seçmeler” veya basitçe “Öyküler” olarak yayımlamamıştır. Ancak durum zaten basitçe birkaç(!) öykünün çıkarılmasıyla sınırlı değildir; King’in tüm romanları da bu şekilde yayımlanmıştır!

Jaunt da, kendi payına düşeni almış, üvey öykülerden biridir. Belki, salt korku değil de, bilimkurgu türüne ait bir öykü olduğu için okurları hayal kırıklığına uğratacağı düşünülmüştür. Belki öykünün atıfta bulunduğu Kaplan! Kaplan!, o tarihte henüz çevrilmemiş olduğu için, okurların aklını karıştırmak istememişlerdir. Belki kitabın çevirmeni veya editörü, veya yayımlayan, bu öyküyü beğenmemiş, King’e yakıştıramamıştır. Belki çevirmeye üşenmişlerdir. Belki, yayın haklarını, öykü başına almışlar, ve diğer öykülere paraları yetişmemiştir (bu son varsayım romanlarda nasıl cereyan etmiştir bilemiyoruz, “eğer Roland’ın Karakule’ye vardığını basmak istiyorsanız, bin dolar daha vermeniz gerekiyor”). Belki sonradan, ayrı bir kitap olarak basabileceklerini düşünüp, unutmuşlardır. Nedeni ne olursa olsun, The Jaunt, sınırlı olan “ışınlanma” öyküleri arasında önemli bir yere sahiptir ve çevrilmemiş olması üzücüdür.

Lafı daha fazla uzatmadan, sizi Jaunt ile başbaşa bırakıyoruz.

İtalikler yazara, notlar çevirene aittir.

 

JAUNT

 

Yazan: Stephen King
Orijinal adı: The Jaunt
The Twilight Zone Magazine, Haziran 1981

 

“Jaunt-701 için son çağrı,” diyen hoş bir kadın sesi, New York Liman Müdürlüğü Terminali’nin Mavi Salon’u boyunca yankılandı. LMT, geçen üç yüz kadar yıl içerisinde fazla değişmemişti – hala oldukça pis ve biraz da korkunçtu. En hoş tarafı, muhtemelen otomatik kadın sesiydi. “Bu Jaunt Servisi, Mars, Whitehead City şehri içindir,” diye devam etti ses. “Tüm biletli yolcuların Mavi Salon uyku mevkiinde bulunmaları rica olunur. Lütfen doğrulama belgelerinizin eksiksiz olduğundan emin olun. Teşekkürler.”

Üst kattaki uyku mevkii hiç de pis bir yer değildi. Duvardan duvara, istiridye grisi halıyla kaplıydı. Yumurta kabuğu beyazı duvarlarına, somut çağrışımları olmayan resimler asılıydı. Düzenli ve rahatlatan bir renk dizisi, tavanda birleşip, bir girdap şeklinde birbiri içine geçiyordu. Geniş odada, onarlı gruplar halinde düzgün bir şekilde sıralanmış yüz koltuk vardı. Beş Jaunt görevlisi, neşeli ve alçak sesle konuşup, süt ikram ederek aralarda dolaşıyordu. Odanın bir tarafında, önünde silahlı korumaların beklediği giriş kapısı ve gergin görünüşlü, bir kolunun altında katlı New York World-Times bulunan geç kalmış bir adamın, doğrulama belgelerini kontrol eden bir diğer Jaunt görevlisi bulunuyordu. Tam aksi tarafta, zemin bir buçuk metre genişliğinde ve muhtemelen üç metre uzunluğunda bir rampa ile alçalıyor ve biraz da çocuk kaydıraklarını andıran bir şekilde kapısız bir açıklığın içinden geçiyordu.

Oates ailesi, odanın sol arka köşesinde, yan yana dört Jaunt koltuğuna uzanmıştı. İki çocuğun iki tarafında Mark Oates ve eşi bulunmaktaydı.

“Baba, şimdi Jaunt’u anlatacak mısın?” diye sordu Ricky. “Söz vermiştin.”

Patricia, “Evet, baba, söz vermiştin,” diye ekledi ve görünen bir neden olmadan tiz bir sesle kıkırdadı.

Arkasına yaslanmış ve ayna gibi ayakkabıları güzelce bir arada duran dev gibi bir işadamı onlara şöyle bir göz atıp, incelemekte olduğu evrak dosyasına geri döndü. Her yönden alçak konuşma sesleri ve yolcuların Jaunt koltuklarına yerleşme hışırtıları duyuluyordu.

Mark, bakışlarını Marilys Oates’e çevirdi ve göz kırptı. O da göz kırptı ancak neredeyse Patty kadar endişeliydi. Neden olmasın? diye düşündü Mark. Üçünün de ilk Jaunt’uydu. Son altı ay boyunca, Texaco Su İşletmesi tarafından Whitehead City şehrine tayin edildiği tebliğini aldığından beri, o ve Marilys, ailecek taşınmanın iyi ve kötü taraflarını tartışmışlardı. En sonunda, Mark’ın Mars’ta konuşlandırılacağı iki yıl süresince, hep birlikte taşınmaya karar verdiler. Şimdi, Marilys’in soluk yüzüne bakarken, onun acaba pişman olup olmamış olduğunu düşündü.

Saatine baktı ve Jaunt için daha neredeyse yarım saat olduğunu gördü. Bu, hikâyeyi anlatmak için yeterliydi… Hem belki çocuklar endişelerini biraz unuturlardı. Kim bilir, belki Marilys’i bile biraz rahatlatabilirdi.

“Tamam” dedi. On iki yaşındaki oğlu Ricky ve dokuz yaşındaki kızı Pat ciddi bir şekilde ona bakıyordu. Kendi kendine, Yeryüzü’ne döndüklerinde Ricky’nin ergenlik bataklığının derinliklerinde ve kızının da göğüslerinin belirginleşmeye başlamış olacağını düşünerek, bunu bir kez daha inanması güç buldu. Çocuklar, oradaki yüz küsur mühendislik ve petrol şirketi velediyle birlikte, küçük Whitehead Kombine okuluna gideceklerdi; oğlu ilerideki birkaç ay içinde, Phobos’da bir jeoloji okul gezisine katılıyor bile olabilirdi. İnanması zor… Ama gerçekti.

Alaycı bir şekilde Kim bilir? diye düşündü. Belki benim Jaunt-sıçramalarıma da yardımı dokunur.

“Bildiğimiz kadarıyla,” diye başladı, “Jaunt, aşağı yukarı üç yüz yirmi yıl önce, 1987 civarında, Victor Carune isimli bir adam tarafından icat edildi. Buluşunu, hükümet tarafından finanse edilen, kişisel bir projenin bir parçası olarak yaptı… Ve, tabii ki, en nihayetinde devlet devraldı. Sonuçta, ya devlet ya petrol şirketleri olacaktı. Tarihi tam olarak bilmememizin nedeni, Carune’nin bir miktar eksantrik–”

“Deli miydi demek istiyorsun baba?” diye sordu Ricky.

“Eksantrik demek, birazcık deli demek tatlım,” dedi Marilys, ve çocukların üzerinden Mark’a gülümsedi. Şimdi biraz daha az endişeli görünüyor diye düşündü.

“Ah.”

“Her neyse, devlete elindekileri göstermeden önce, işlem hakkında bir süredir deneyler yapmaktaydı,” diye devam etti Mark, “ve onları yalnızca parası bitiyor olduğu ve tekrar para vermeyecekleri için bilgilendirdi.”

“Paranız zevkle iade edilmiştir[1],” dedi Pat ve tekrar tiz bir şekilde kıkırdadı.

“Evet öyle, tatlım,” dedi Mark ve yavaşça saçlarını okşadı. Odanın uzak tarafında bir kapının sessizce açıldığını gördü ve iki Jaunt görevlisi daha, üzerlerinde Jaunt Servisi’ne ait parlak kızıl tulumlarla, tekerlekli bir masayı iterek girdiler. Üzerinde, lastik hortuma bağlanmış paslanmaz çelik bir ağızlık vardı; Mark, masa örtüsünün altında ise, güzelce gizlenmiş, iki gaz şişesi olduğunu biliyordu; yan tarafına iliştirilmiş filenin içindeyse yüz adet tek kullanımlık maske vardı. Mark, ailesinin, Lethe’nin[2] temsilcilerini mecbur kalana kadar görmelerini istemediği için konuşmaya devam etti. Ayrıca eğer tüm hikâyeyi anlatacak vakti bulabilirse, gaz dağıtıcılarını, kollarını açarak karşılayacaklardı.

Diğer seçeneği düşününce…

“Tabii biliyorsunuz ki, Jaunt denen şey ışınlanmadır, ne daha azı ne daha fazlası,” dedi. “Üniversite kimyasında ve fiziğinde bazen Carune İşlemi derler, ama aslında ışınlanmadır, ve Carune’un kendisi –eğer hikâyelere inanıyorsanız—ona ‘Jaunt’ adını takmıştır. Kendisi bir bilimkurgu okuruydu ve Alfred Bester adında bir adamın, Kaplan! Kaplan! diye bir hikâyesi vardır. Bester denen adam, orada ışınlama yerine, kendi uydurduğu ‘jaunte’[3] kelimesini kullanıyor. Ama o kitapta, sadece düşünerek Jauntlayabilirsiniz; gerçekteyse, öyle bir şey yapamıyoruz.”

Görevliler, odanın uzak köşesinde, çelik ağızlığa bir maske takarak yaşlı bir kadına uzatıyorlardı. Kadın maskeyi aldı, bir defa içine çekti ve koltuğu üzerinde sessiz ve hareketsiz kaldı. Eteği biraz yukarı sıyrılarak, varisli damarlarıyla yol haritasına dönmüş gevşek baldırlarından birini ortaya çıkardı. Görevlilerden biri, diğeri kullanılmış maskeyi çıkarıp yenisini takarken, düşünceli bir şekilde düzeltti. Bu işlem, Mark’a, motel odalarındaki plastik bardakları hatırlatıyordu. Tanrıdan, Patty’nin biraz sakinleşmesini diledi; tutulması gereken çocuklar görmüştü; bazen de yüzlerine lastik maske takılırken çığlık atanlar oluyordu. Bir çocuk için anormal bir davranış sayılmazdı; ama yine de çirkindi ve Patty’nin başına geldiğini görmek istemezdi. Rick konusundaysa, içi daha rahattı.

“Sanırım Jaunt mümkün olan en son anda ortaya çıktı diyebilirsiniz,” diye devam etti. Ricky’ye doğru söylemişti ama uzanarak kızının elini tuttu. Patty’nin parmakları bir anlık endişe ile onunkileri sıkmıştı. Avuç içi soğuktu ve hafifçe terliyordu. “Dünyadaki petrol bitiyordu ve kalanın çoğu, onu politik bir silah olarak kullanmaya kararlı Orta-Doğu halklarına aitti. OPEC adında bir petrol karteli oluşturdular–”

“Kartel nedir baba?” diye sordu Patty.

“Şey, tekel gibi”, dedi Mark.

“Kulüp gibi, tatlım,” dedi Marilys. “Ve o kulübe ancak çok fazla petrolün varsa girebilirsin.”

“Ah.”

“Bütün o rezilliği tarif edecek vaktim yok,” dedi Mark. “Bir kısmını okulda göreceksiniz, ama rezillikti –böyle deyip geçelim. Araban varsa, haftada sadece iki kere kullanabilirdin, ve benzinin litresi dört eskiparaydı–”

“Yuh,” dedi Ricky, “litresi şimdi bir sent filan, öyle değil mi baba?”

Mark gülümsedi. “Gittiğimiz yere o yüzden gidiyoruz Rick. Mars’ta neredeyse sekiz binyıl yetecek petrol var, Venüs’de de bir yirmi binyıl yetecek kadar daha… Ama petrol artık o kadar önemli değil. Şimdi en çok ihtiyacımız olan şey–”

“Su!” diye bağırdı Patty; işadamı belgelerinin üzerinden bir an ona bakıp gülümsedi.

“Doğru,” dedi Mark. “Çünkü, 1960 ve 2030 yılları arasında, elimizdekinin çoğunu zehirledik. Mars’dan buzullarından ilk su çıkarma işlemine–”

“Pipet Operasyonu…” Bu, Ricky’ydi.

“Evet. 2045 veya o aralar… Fakat bundan çok daha önce, Jaunt zaten yeryüzündeki temiz su kaynaklarını bulmak için kullanılıyordu. Ve şimd

i, Mars’tan ana ithalat kalemimiz su… Petrol kesinlikle bir yan görev. Ama o zamanlar önemliydi.”

Çocuklar başlarını salladılar.

“Söylemeye çalıştığım, o şeyler hep yerlerindeydi, ama ancak Jaunt sayesinde elde edebildik. Carune, işlemini icat ettiği sıralarda, dünya yeni bir karanlık çağa doğru kayıyordu. Bir kış öncesinde, sırf Birleşik Devletlerde, on bin kişiden fazlası, ısınacak enerji olmadığı için donarak öldü.”

“Iyy, öğ” dedi Patty, soğukkanlıkla.

Mark, sağ tarafına doğru baktı ve görevlilerin ürkek görünüşlü bir adamla konuştuklarını, onu ikna etmeye çalıştıklarını gördü. En sonunda maskeyi aldı ve saniyeler sonra koltuğuna ölü gibi yayıldı. İlk seferi, diye düşündü Mark. Daima belli olur.

“Carune, bir kalemle başladı… Anahtarlar… Kol saati … Sonra fareler. Fareler sırasında bir sorun olduğu ortaya çıktı.”

 

ooo

 

Victor Carune, dizlerini titreten bir humma ile laboratuvarına döndü. Morse’un ne hissettiğini anladığını düşündü; ve Alexander Graham Bell’in, ve Edison’un… Fakat bu hepsinden büyüktü, ve son yirmi dolarını dokuz fareye yatırdığı, New Paltz’daki evcil hayvan dükkanından dönerken kamyonetini iki kere neredeyse hurdaya çeviriyordu. Elinde kalan tek şey, sağ ön cebindeki doksan üç sent ve tasarruf hesabındaki on sekiz dolardı… Ama o bunun farkında bile değildi. Farkında olsaydı da, bunu kesinlikle takmazdı.

Laboratuvar, 26. Yol’dan çıkılan, iki kilometre uzunluğundaki bir toprak yolun sonunda, yenilenmiş bir ahırdaydı. Brat model[4] kamyonetini ikinci kere dağıtmak üzereyken, bu yola giriyordu. Benzin deposu neredeyse boştu ve on gün ila iki hafta arası bir süre daha boş kalacaktı; ama onu bu da ilgilendirmiyordu. Düşünceleri, havaleli bir girdap gibi dönüyordu.

Gerçekleşen şey tamamen beklenmedik değildi, hayır. Hükümetin, yılda önemsiz bir yirmi bin dolar vererek finanse etmesinin nedeni, parçacık iletiminin, orada öylece beklemekte olan, henüz gerçekleşmemiş ihtimali içindi.

Ama bu şekilde gerçekleşmesi… Aniden… Hiçbir belirti olmaksızın… Ve renkli televizyon için bile gerekenden daha az elektrikle… Tanrım! Tanrım!

Brat’ını avludaki toprak üzerinde kaydırarak durdurdu; yanındaki pis koltukta duran (üzerinde köpekler, kediler, akvaryum balıkları ve STACKPOLE’UN EVCİL HAYVAN DÜKKANINDAN GELİYORUM yazısı olan) kutuyu saplarından kavradı ve büyük çift kanatlı kapıya doğru koştu. Kutunun içinden, deneklerinin koşuşturma ve kayma sesleri geldi.

Büyük kapılardan birini rayları üzerinde iterek açmaya çalıştı; ama hareket etmeyince, kilitlemiş olduğunu hatırladı. Carune yüksek sesle “Bok!” diye bağırdı ve el yordamıyla anahtarlarını aradı. Hükümet, laboratuvarın her an kilit altında tutulması emrini vermişti –bu paralarını bağladıkları iplerden biriydi –ama Carune bunu unutup duruyordu.

Anahtarlarını çıkardı ve bir an, büyülenmiş bir halde, baş parmağını Brat’ın anahtarının çentiklerinde dolaştırarak, öylece baktı. Tekrar, “Tanrım! Tanrım!” diye düşündü. Ahırın kapısını açan Yale anahtarını[5] bulmak için anahtarlığını karıştırdı.

Telefonun ilk kez yanlışlıkla kullanılmış olduğu gibi – Bell’in, belgelerine ve üstüne asit döktüğü için, “Watson, buraya gel!” diye bağırışı – ilk ışınlama işlemi de kazara gerçekleşti. Victor Carune, sol elinin ilk iki parmağını ahırın genişliği olan 14 metre boyunca ışınladı.

Carune, ahırın zıt taraflarına iki portal kurmuştu. Kendi olduğu uçta, her elektronik mağazasından beş yüz doların altına alınabilecek, basit bir iyon tabancası[6] vardı. Diğer uçta ise, uzak portalın –her ikisi de dikdörtgen şeklinde ve karton kapaklı birer kitap büyüklüğündeydi –hemen dışında duran bir bulut odası[7] vardı. Aralarındaysa, mat banyo perdesi gibi görünen bir şey vardı; tek farkla, banyo perdeleri kurşundan değildir. Fikir, iyonları Portal Bir’e doğru ateşlemek ve diğer tarafa dolaşıp, iyonların, arada da iletildiklerini kanıtlamak için bulunan kurşun kalkan dururken, Portal İki’nin hemen dışında bulunan bulut odası boyunca aktığını izlemekti. Tek sorun bu işlemin, geçen iki yıl boyunca, sadece iki defa gerçekleşmiş olmasıydı ve bunun neden böyle olduğu konusunda Carune’un en ufak bir fikri yoktu.

İyon tabancasını yerine yerleştirirken, parmakları portalın içine doğru kaydı –normalde bu bir sorun yaratmazdı, ancak bu sabah, aynı zamanda, poposu, portalın sol tarafında duran kontrol panelindeki açma-kapama şalterine sürtünmüştü. Ne olduğunun farkına varamadı –makinadan yalnızca çok düşük bir ses çıkıyordu –parmaklarında bir karıncalanma hissedene kadar…

Carune, hükümet tarafından sesini kesilmeden önce, konuyla ilgili yazdığı tek makalede “Elektrik çarpması gibi değildi”, diye yazmıştı. Makale, mümkün olan tüm mecralar arasında, Popüler Mekanik‘te yayımlandı. Makaleyi, onlara, Jaunt’un kişisel bir girişim olarak kalması için gösterdiği çaba kapsamında, son çare olarak yedi yüz elli dolara satmıştı. “Sıyrılmış bir lamba kablosuna deyince hissedilen gibi kötü bir karıncalanma hissi değildi örneğin. Daha çok, çok hızlı bir şekilde çalışan küçük bir makinanın kasasına dokununca hissedilen gibiydi. Titreşim o kadar hızlı ve hafif ki, kelimenin gerçek anlamıyla bir karıncalanma hissiydi.

“Daha sonra aşağı, portala bakınca, işaret parmağımın, orta eklemi boyunca çaprazlama gittiğini gördüm, orta parmağım ise bundan biraz daha yukarıdan gitmişti. Dahası, yüzük parmağımın tırnak kısmı yok olmuştu.”

Carune, bağırarak, elini içgüdüsel bir şekilde geri çekti. Kan görmeye o kadar şartlanmıştı ki, sonradan, kısa bir süre boyunca, kan gördüğü hayaline kapıldığını yazdı. Dirseği, iyon tabancasına çarptı ve masadan düşürdü.

Orada, hala yerinde ve tek parça olduklarını kontrol edercesine, parmakları ağzında kalakaldı. Aklından fazla çalışıyor olduğu düşüncesi geçti. Bir an sonra aklından başka bir düşünce daha geçti: Son ayar setinin bir şeyler… Bir şeyler yapmış olabileceği…

Parmaklarını tekrar sokmadı; aslına bakılırsa, Carune, tüm hayatı boyunca yalnızca bir defa daha Jauntladı.

Başlangıçta hiçbir şey yapmadı. Ahırın etrafında, elleriyle saçlarını tarayarak, New Jersey’deki Carson’u mu, yoksa Charlotte’daki Buffington’u mu araması gerektiğini düşünerek, uzun, amaçsız bir yürüyüş yaptı. Carson, ödemeli aramayı kabul etmezdi, adi sinirli piç; ama Buffington muhtemelen ederdi. Sonradan kafasına dank etti ve parmakları gerçekten ahırı kat ettiyse, bunun bir kanıtı olabileceğini düşünerek, Portal İki’ye koştu.

Tabii ki yoktu. Portal İki, üç adet üst üste dizilmiş Pomona portakalı[8] sandığı üzerinde, şu bıçaksız oyuncak giyotinlere[9] benzer hiçbir tarafı olmadan duruyordu. Paslanmaz çelik çerçevesinin bir tarafında, buradan çıkıp, bilgisayarın hattına bağlı, bir parçacık transformatöründen biraz daha fazlası olan iletim terminaline uzanan bir jak girişi vardı.

Bu ona bir şeyi hatırlattı—

Carune saatine baktı ve on biri çeyrek geçtiğini gördü. Hükümetle yaptığı anlaşma az bir miktar para ve bundan sonsuz derecede daha değerli olan bilgisayar süresi[10] içeriyordu. Bilgisayara bağlanma süresi, bugün öğleden sonra üçe kadardı; sonra pazartesine kadar güle güle. Harekete geçmeliydi, bir şey yapmalıydı—

Carune, Popüler Mekanik‘deki makalesinde “Sandık yığınına tekrar baktım”, der, “ve sonra parmaklarımın derisine baktım. Ve tatmin edici bir şekilde, kanıt karşımdaydı. Benden başka kimseyi ikna edemez, diye düşünmüştüm o zaman, kişi yalnızca kendisini ikna etmelidir.”

“Neydi baba?” diye sordu Ricky.

Patty “Evet!” diye ekledi. “Ne?”

Mark biraz sırıttı. Artık hepsi kaptırmıştı; Marilys bile… Neredeyse, nerede olduklarını unuttular. Gözünün ucuyla, Jaunt görevlilerinin, Jauntçular arasında, onları uykuya yatırarak, yavaşça, fısıldayarak dolaştırdıklarını görüyordu. Bunun sivil sektörde, hiçbir zaman askeriyede olduğu gibi hızlı bir işlem olmadığın fark etti; siviller endişeleniyor ve konuşmak istiyorlardı. Tüpün ağızlığı ve lastik maskeler, fazlasıyla, cerrahın bıçaklarıyla, özenle seçtiği paslanmaz çelik tüplerdeki gazları olan anestezistin arkasında bir yerlerde sinsi sinsi dolaştığı ameliyat odalarını andırıyordu. Bazen panik yaşanırdı; histeri; ve her zaman, birkaç kişi cesaretini tamamen kaybederdi. Mark çocuklarla konuşurken iki tanesini gözlemlemişti: İki adam, koltuklarından kalktılar; girişe doğru trampet temposu olmadan ilerlediler; yakalarına iğnelenmiş onay belgelerini çıkardılar; teslim ettiler ve arkalarına bakmadan dışarı çıktılar. Jaunt görevlilerine, ayrılmak isteyenlerle hiçbir şekilde tartışmamaları direktifi veriliyordu; her zaman umut içerisinde bekleyen yedekler vardı, hatta bazen kırk, elli kadar. Dayanamayanlar ayrılırken, yedekler, kendi onay belgeleri gömleklerine iğnelenmiş bir şekilde içeri alındılar.

“Carune, işaret parmağında iki tane kıymık buldu” dedi çocuklara. “Çıkardı ve bir kenara koydu. Biri kayboldu ancak diğerini Washinhton’daki Smithsonian[11] ek binasında sergileniyor. İlk uzay yolcularının Ay’dan getirdiği ay taşlarının hemen yanında, hava geçirmez bir kavanozun içerisinde –”

“Bizim Ay’ımız mı, baba, yoksa Mars’ın mı?” diye sordu Ricky.

Mark hafifçe gülümseyerek, “Bizimki” dedi. “Mars’a sadece bir insanlı roket indi, Ricky, o da 2030 civarlarındaki bir Fransız keşif gezisiydi. Her neyse, Smithsonian Enstitüsünde, portakal kasasından çıkma basit bir kıymığın bulunma sebebi işte bu. Çünkü bu, uzay boyunca ışınladığımız – jauntladığımız – ilk cisimdi.”

“Sonra ne oldu?” diye sordu Patty.

“Şey, hikâyeye göre, Carune koşarak…”

Carune koşarak Portal Bir’e geri gitti ve kalbi çarparak, nefessiz kalmış bir şekilde orada bir an durdu. Sakinleşmen gerek, dedi kendi kendine. Bunun biraz kafa yorman gerek. İçeri yarı delirmiş gidersen, vaktini verimli geçiremezsin.

Zihnini kaplayan, ona acele edip bir şeyler yapmasını haykıran düşünceleri bilerek göz ardı ederek, cebinde tırnak makası aradı ve törpüsüyle işaret parmağındaki kıymıkları çıkarttı. Transformatörün iletim kapasitesini artırmaya çalıştığı sırada (ki bunu hayal edebileceğinden bile daha iyi bir şekilde başarmıştı) yediği Hershey’in[12] jelatini içine bıraktı. Biri jelatinden yuvarlanıp kayboldu; diğeri ise, kalın kadife iplerle çevrili, bir bilgisayar tarafından kapalı devre kamera sistemiyle dikkate ve sonsuza kadar izlenecek cam bir vitrine yerleştirildi.

Kıymık çıkartma işlemi bittiğinde, Carune biraz daha sakinleşmiş hissetti. Bir kalem… Neden olmasın? Panonun yanında duran raftan bir tane aldı ve Portal Bir’in içine doğru yavaşça ittirdi. Optik bir illüzyon veya başarılı bir sihirbazlık numarasıymış gibi, düzgünce, santim santim yok oldu. Kalemin bir tarafında, sarıya boya kaplı tahtanın üzerinde siyah harflerle, EBERHARD FABER NO.2 yazıyordu. Kalemi, yalnızca EBERH harfleri kalana kadar iteledikten sonra Portal Bir’in arkasına geçti ve ne olduğuna baktı.

Kalemin profili, bıçakla düzgün bir şekilde kesilmiş gibi görünüyordu. Carune, parmaklarıyla, kalemin geri kalanının olması gerektiği yere dokundu ve tabii ki bir şey hissedemedi. Ahırın karşı tarafındaki Portal İki’ye koştu, ve kayıp parça işte orada, sandığın üzerinde duruyordu. Kalbi, tüm göğsünü sallayacak kadar hızlı çarparken, kalemin sivriltilmiş ucunu tutarak, kendisine doğru çekti.

Kalemi kaldırdı; inceledi. Birden bir parça tahta üzerine “ÇALIŞIYOR!” yazdı. Yazarken o kadar çok bastırmıştı ki, son harfi yazarken, kalemin ucu kırıldı. Carune, boş ahırda tiz kahkahalarla gülmeye başladı; o kadar yüksek sesle gülmüştü ki, ahırın yukarıdaki tahtaları arasında uyuyan kırlangıçlar irkilerek havalandılar.

“Çalışıyor!” diye bağırdı ve Portal Bir’e geri koştu. Bir yumruğu içerisinde kalemle, kollarını yukarı aşağı sallıyordu. “Çalışıyor! Çalışıyor! Beni duyuyor musun Carson, seni şerefsiz? Çalışıyor ve BUNU BEN YAPTIM!

“Mark, çocukların yanında ne dediğine dikkat et,” dedi Marilys ona doğru eğilerek.

Mark, omuzlarını silkerek “Ama o öyle demiş.”

“Yine de, biraz seçici davranabilirsin.”

“Baba?” dedi Patty. “O kalem de müzede mi?”

Mark, “Ayılar, ormana sıçıyorlar mı?” dedi ve bir eliyle hızlıca ağzını kapattı. İki çocuk da şiddetle kakırdadı – fakat Patty’nin sesindeki, Mark’ın duymaktan hoşlandığı o tiz tını gitmişti – ve bir an ciddi görünmeye çalıştıktan sonra, Marilys de kıkırdamaya başladı.

Sırada anahtarlar vardı; Carune portala doğru öylece atıverdi. Düşünme şekli yeniden düzene girmişti ve ona ilk anlaması gereken şeyin, işlemden geçen nesnelerin diğer tarafta tam olarak oldukları gibi mi belirdiği yoksa yolculukları sırasında herhangi bir değişime uğradıkları mı olduğunu düşündü[13].

Anahtarlar portaldan geçerek kayboldu ve tam olarak aynı anda ahırın diğer tarafında düşme seslerini duydu. Karşı tarafa doğru –daha yavaş bir şekilde –koştu ve yolda, kurşun perdeyi çekmek açmak için bir an duraksadı. Artık, neyse ki ona ve iyon tabancasına ihtiyacı kalmamıştı –yere düştüğünde tamir edilemeyecek şekilde kırılmıştı çünkü.

Hükümet görevlilerinin kapıya takması için zorladığı anahtarları aldı ve Yale anahtarını denedi. Kilide mükemmel bir şekilde uyuyordu. Ev anahtarını denedi; sonra da evrak dolaplarının anahtarlarıyla, Brat’ın anahtarını.

Carune anahtarları cebine yerleştirip, kol saatini çıkardı. Saati, dijital ekranının altında hesap makinası olan bir Seiko quartz LC’ydi – yirmi dört ufak tuşuyla toplama, çıkarma ve karekök bulmak da dahil olmak üzere her şeyi yapabilen hassas bir cihazdı; ayrıca kronometresi de vardı. Carune, bunu Portal Bir’in önüne yerleştirip, bir kalemle içine doğru itti.

Karşı tarafa koştu ve saati aldı. İçeri girerken 11:31:07 gösteriyordu; şimdiyse 11:31:49. Çok güzel. Onikiden vurmuştu; yalnız, keşke diğer tarafta, zamanda herhangi bir fark olmadığını tam olarak teyit etmek için bir asistanı bekliyor olsaydı. Neyse, sorun değil. Nasıl olsa kısa bir süre sonra devlet ona diz boyu asistan sağlayacaktı.

Hesap makinasını denedi. İki artı iki hâlâ dört ediyordu; sekiz bölü dört hâlâ ikiydi; onbirin karekökü de hâlâ 3.3166247… Ve böylece devam etti.

Şimdi artık fare-zamanının geldiğine karar verdi.

 

ooo

 

Ricky, “Farelere ne oldu baba?” diye sordu.

Mark kısa bir an tereddüt etti. Eğer çocukları (ve eşini), Jaunt’a dakikalar kala histeriye sürüklemek istemiyorsa, burada biraz dikkatli olmalıydı. Önemli olan, onlara şu an her şeyin yolunda olduğunu aşılamaktı; sorunlar aşılmıştı.

“Dediğim gibi, küçük bir sorun vardı…”

Evet. Dehşet, delilik ve ölüm. Küçük sorun olarak bunlar nasıl çocuklar?

 

ooo

 

Carune üzerinde STACKPOLE’UN EVCİL HAYVAN DÜKKANINDAN GELİYORUM yazan kutuyu raftan indirdi ve saatine baktı. Ters takmamış olsa olmazdı zaten. Çevirdi ve saatin ikiye çeyrek kala olduğunu gördü. Yalnızca bir saat on beş dakikalık bilgisayar süresi kalmıştı: İnsan eğlenirken zaman ne kadar hızlı geçiyor, diye düşündü ve kıkırdadı.

Kutuyu açtı; elini soktu ve ciyaklayan beyaz farelerden birini kuyruğundan tutarak kaldırdı. Portal Bir’in önüne yerleştirdi ve “Hadi bakalım fare” dedi. Fare, portalın üzerinde durduğu turuncu sandığın kenarından aşağı doğru koştu ve gözden kayboldu.

Carune küfrederek peşinden koştu ve iki tahta arasındaki çatlaktan sıyrılıp kaybolmadan önce bir an ona dokumayı başardı.

BOK!” diye bağırdı ve tekrar kutunun olduğu tarafa gitti. İki kaçağı daha kutuya geri itmek için tam vaktinde gelmişti. Bu sefer vücudundan kavrayarak bir fare daha aldı (kendisi bir fizikçiydi ve beyaz farelere oldukça yabancı sayılırdı), ve kutunun kapağını kapattı.

Bu seferki elinde çırpınıyordu. Carune’un elini boşuna kavradı; patileri üzerinde doğrudan Portal Bir’in içinden geçti. Carune aynı anda, ahırın diğer tarafında sandıkların üzerindeki sesini duydu.

Bu sefer, ilk farenin kendisinden ne kadar kolay kurtulduğunu düşünerek, diğer tarafa doğru depar attı. Ama endişelenmesine gerek yoktu. Beyaz fare sandığın üzerinde oturmuş, gözleri tamamen donuk, gövdesi yavaş nefesiyle inip kalkarak öylece duruyordu. Carune yavaşladı ve dikkatlice yaklaştı; farelerle uğraşmaya alışık biri değildi ama bir şeylerin feci şekilde yanlış gittiğini anlamak için kırk yıllık veteriner olması gerekmiyordu.

(Suratında yalnızca eşinin sahte olduğunu anlayabileceği bir gülümsemeyle “Fare, portaldan geçtikten sonra pek iyi hissetmedi” dedi Mark çocuklara)

Carune, fareye dokundu. Durgun bir şeye dokunmak gibiydi –yavaşça nefes alışverişi hariç, sanki saman veya ahşap talaşıyla doldurulmuş bir şey gibi. Fare, Carune’a doğru bakmadı; gözleri tam karşısına dikiliydi. İçeri kıvır kıvır, canlı ve hareketli bir hayvan atmıştı; karşısındakiyse, balmumundan yapılmış bir fare biblosu gibiydi.

Carune parmaklarını, farenin küçük pembe gözlerine doğru şıklattı. Fare bir an gözlerini kırptı… Sonra da yana devrilip öldü.

 

ooo

 

“Ve bu yüzden Carune başka bir fareyle tekrar denemeye karar verdi,” dedi Mark.

Ricky, “İlk fareye ne oldu?” diye sordu.

Mark tekrar gülümsedi. “Tam kıdemle emekliye ayrıldı,” dedi.

 

ooo

 

Carune bir kesekağıdı bulup fareyi içine koydu. Akşam veteriner Mosconi’ye götürecekti. Mosconi fareye otopsi yaparak organlarının düzeninin bozulup bozulmadığını tespit edebilirdi. Hükümet tarafından, üç kere gizli olarak sınıflandırılış bir araştırmaya alakasız bir vatandaşı dahil ettiği öğrenildiğinde, itiraz edileceğine şüphe yoktu. Ama, yapacak bir şey yok. Carune, Washington’daki Büyük Beyaz Ata’nın[14] bundan olabildiğince geç haberdar olması için elinden geleni yapmaya kararlıydı. Bu kadar yetersiz kaynak sağladığı için, Büyük Beyaz Ata’nın beklemek zorunda kalmasında bir sakınca yoktu. Yapacak bir şey yok.

Daha sonra Mosconi’nin, cehennemin dibinde, New Paltz’ın öteki tarafına yaşadığını hatırladı. Brat’ın deposunda, geri dönmek şöyle dursun, kasabanın ortasına varacak kadar bile benzin yoktu.

Fakat saat 2:03 olmuştu –bir saatten az bilgisayar süresi kalmıştı. Lanet otopsi için daha sonra endişelenebilirdi.

Carune, alelacele, Portal Bir’in girişine doğru giden bir oluk yerleştirdi (Mark çocuklara ilk Jaunt-kaydırağı demişti ve Patty, fareler için yapılmış bir Jaunt-kaydırağı fikrini oldukça komik buldu) ve bir diğer fareyi içine bıraktı. Oluğun diğer tarafını büyükçe bir kitapla kapattı, ve kısa bir süre bir süre amaçsızca yürüyüp, etrafı kokladıktan sonra, fare portaldan geçerek gözden kayboldu.

Carune ahırın diğer tarafına koştu.

Fare, olay yerinde yaşamını yitirmişti.

Kan yoktu; şiddetli basınç değişiminin içeride bir şeyleri parçaladığını gösteren bir kan birikmesi de yoktu. Carune, oksijensizliğin neden olabileceğini düşündü –

Ancak sabırsızca kafasını salladı. Farenin geçişi, nano saniyelerle ölçülecek kadar kısa sürmüştü; ve kendi saati, işlem boyunca zamanın aynı kaldığını ya da en azından çok az değiştiğini göstermişti.

İkinci beyaz fare de, kesekağıdında ilkinin yanına gitti. Carune, bir üçüncüsü aldı (kaçanı da sayarsanız dört) ve acaba bilgisayar süresinin mi, yoksa farelerin mi önce biteceğini düşündü.

Bu seferkini gövdesinden sıkıca tuttu ve kıçından portala soktu. Odanın diğer tarafında kıçının belirdiğini gördü… Sadece kıçının… Gövdesinden ayrılmış küçük patileri, sandığın tahtasını tırmalıyordu.

Carune fareyi geri çekti. Ortada katatonik bir durum yoktu; fare, iki parmağının arasını kanatacak kadar sert ısırdı. Carune fareyi hızlıca TACKPOLE’UN EVCİL HAYVAN DÜKKANINDAN GELİYORUM kutusuna bıraktı ve yarasını dezenfekte etmek ilk yardım çantasından aldığı hidrojen peroksiti döktü.

Yarasını bantladı ve bir çift iş güvenliği eldiveni bulana kadar ortalığı aradı. Zamanın aktığını, aktığını, aktığını hissediyordu. Saat 2:11 olmuştu.

Başka bir fare çıkardı ve kıçı önce geçecek şekilde sonuna kadar ittirdi. Aceleyle Portal İki’ye gitti. Fare, neredeyse iki dakika yaşadı; hatta tuhaf bir şekilde de olsa, biraz yürüdü. Pomona sandığı boyunca biraz sendeledi; yana devrildi; ayakları bir süre daha kıpırdadı; sonra da öylece kalakaldı. Carune, kafasının hemen yanında parmaklarını şıklattı ve fare, tekrar yana doğru devrilmeden önce dört adım daha attı. Nefes alışverişi yavaşladı… Yavaşladı… Durdu. Ölmüştü.

Carune ürperdi.

Kutuya geri giderek başka bir fare daha aldı ve gövdesinin yarısına kadar, kafası önde içeri itti. Karşı tarafta, yalnızca kafasının yeniden belirdiğini gördü… Ardından boyun ve göğüs. Carune, fareyi kavrayışını, kaçmaya kalkarsa hemen kavrayacak şekilde, dikkatlice gevşetti. Kaçmadı. Fare, yarısı ahırın bir tarafında, yarısı diğer tarafında öylece kalmıştı.

Carune Portal İki’ye koştu.

Fare yaşıyordu, ama pembe gözleri mat ve donuktu. Bıyıkları hareket etmiyordu. Portalın arkasına geçince inanılmaz bir görüntü ile karşılaştı; kalemin profilini gördüğü gibi, şimdi fareyi de bu şekilde görüyordu. Küçük memelinin omurgasının dairesel kemikleri aniden sona eriyordu; kanın damarlarında hareket ettiğini; minik yemek borusu etrafındaki dokularının, canlılığa has gelgitlerle hareket ettiğini görebiliyordu. “Eğer başka bir işe yaramazsa”, diye düşündü, (ve sonradan Popüler Mekanik‘deki makalesinde yazdı), “en azından harika bir muayene aracı olur.”

Daha sonra, dokulardaki gelgit hareketlerinin durduğunu fark etti. Fare ölmüştü.

Carune, fareyi, hiç hoşuna gitmeyen bir şekilde, burnundan tutarak çekti ve kese kağıdındaki arkadaşlarının yanına bıraktı. Bu kadar beyaz fare yeterli”, diye düşündü. Fareler ölüyor. Tamamen geçirirsen ölüyorlar; kafaları önde yarıya kadar geçirirsen de ölüyorlar. Popoları önde yarıya kadar geçirirsen, hallerinden memnunlar.

İçeride ne var öyle?

“Algısal duyum” diye düşündü, neredeyse rastgele. Geçtikleri sırada bir şey görüyorlar, bir şey duyuyorlar, bir şeye dokunuyorlar, Tanrısal bir şeye; hatta belki onları öldüren bir koku alıyorlar. Ama ne?

Hiçbir fikri yoktu – ama bulmaya kararlıydı.

COMLINK veri tabanını ayaklarının altından çekip almadan önce hâlâ kırk dakikası vardı. Mutfak duvarının kenarında duran termometreyi söktü; elinde termometreyle ahıra geri koştu ve portallardan geçirdi. Termometre, 28 derece olarak girdi ve 28 derece olarak çıktı. Torunlarını eğlendirmek için oyuncakları sakladığı boş bir odayı taradı; eşyalar arasında bir paket balon buldu. Bir tanesini şişirdi; bağladı ve portaldan içeri doğru iteledi. Diğer taraftan tek parça ve sağlam olarak çıktı –bu, daha şimdiden, Jaunting işlemi olarak düşünmeye başladığı şeyin, ani basınç değişimine neden olup olmadığı hakkındaki sorusunun ilk cevabıydı.

Bilgisayarın kendisini karanlıkta bırakmasına beş dakika kala, eve koşarak içinde akvaryum balıklarının olduğu kâseyi alarak (içinde Percy ve Patrick, rahatsız olarak sağa sola kaçıştılar) geri döndü. Balıkların olduğu kâseyi, Portal Bir’e soktu.

Kâsenin, sandığın üzerinde durduğu Portal İki’ye doğru aceleyle ilerledi. Patrick, suyun yüzeyinde ters dönmüş süzülüyordu; Percy, aklı karışmış gibi kâsenin dibine doğru yüzdü. Bir an sonra, o da karnı dönük süzülüyordu. Carune, balık kâsesine uzanırken, Percy birden kuyruğunu zayıfça titretti ve uyuşuk bir şekilde yüzmeye başladı. Yavaşça, o etki her ne ise, üzerinden atmaya başlıyordu; ve Carune, saat dokuzda Mosconi’nin Veteriner Kliniğinden döndüğünde, Percy eskisi kadar canlıydı.

Patrick ölmüştü.

Carune, Percy’ye çift porsiyon yem verdi ve Patrick’i de bahçeye törenle gömdü.

Bilgisayar, kendisi için o günlük kapandığında, Carune, otostopla Mosconi’ye gitmeye karar verdi. Bu nedenle, dördü çeyrek geçe, üzerinde kotu ve ekoseli spor ceketiyle, 26. Yol’un kenarında, bir elinde kese kağıdı, diğer eliyle otostop çekerek dikiliyordu.

En sonunda, sardalye konservesinden daha büyük olmayan bir Chevette süren bir çocuk yanaştı ve Carune araca bindi. “Torbada ne var dostum?”

“Birkaç ölü fare” dedi Carune. Bir süre sonra başka bir araba daha durdu. Direksiyondaki çiftçi kese kağıdında ne olduğunu sorduğunda, Carune ona birkaç sandviç olduğunu söyledi.

Mosconi, farelerden birini hiç vakit kaybetmeden açtı; ve diğerlerini de daha sonra inceleyip, sonuçları Carune’a telefonda anlatmayı kabul etti. İlk sonuçlar pek cesaret verici değildi; Mosconi’nin gördüğü kadarıyla, incelediği fare, ölü olması dışında, gayet sağlıklıydı.

Can sıkıcı.

 

ooo

 

“Victor Carune, eksantrikti, ama salak değildi,” dedi Mark. Jaunt görevlileri, şimdi oldukça yaklaşmışlardı, acele etmesi gerekiyordu… Yoksa, hikâyesini Whitehead City’deki uyanma odasında bitirmek zorunda kalacaktı. “Hikâye, eve otostopla dönerken, yolun çoğunu yürümek zorunda kaldı, diye devam ediyor –tek seferde, enerji krizinin üçte birini çözmüş olduğunu fark etti. O günden önce, tren, kamyon ve gemilerle taşınması gereken her şey, Jaunt ile nakledilebilirdi. Londra’daki veya Roma’daki veya Senegal’deki bir arkadaşınıza mektup yazabilirdiniz, ve mektubunuz, bir litre bile yakıt harcamaya gerek kalmadan, ertesi gün eline geçebilirdi. Biz buna alışkınız, ama inanın, bu Carune için büyük bir olaydı. Ve diğer herkes için de.”

“Ama baba, farelere ne oldu?” diye sordu Ricky.

“Bunu Carune da kendisine sorup duruyordu,” dedi Mark, “çünkü aynı zamanda eğer insanlar da Jaunt’u kullanabilirse, enerji sorununun çoğunu çözmüş olacağının da farkındaydı. Ve hatta insanların uzayı fethedeceğinin… Popüler Mekanik‘deki makalesinde, en sonunda yıldızları bile ele geçireceğimizi söylüyordu. Ve kullandığı benzetme, akıntıları ayakkabılarımız ıslanmadan geçebilmemizdi. Yapmanız gereken büyük bir kaya alıp, akıntıya atmanız, geri dönüp ikinci bir kaya almanız, sonra ilk kayanın üzerinde dururken, ikinci kayayı atmanız, geri dönüp üçüncü bir kaya almanız ve onu da akıntıya atmanız ve bunu, akıntının karşı tarafına kadar giden bir kayalar zinciriniz olana kadar tekrar etmenizdi… Veya bu durumda, güneş sistemi, hatta belki tüm galaksi.”

Hiçbir şey anlamadım,” dedi Patty.

“Çünkü kafanda beyin yerine hindi boku var,” dedi Ricky kendini beğenmiş bir şekilde.

Hiç de bile! Baba, Ricky bana ne diyor–”

“Çocuklar, yapmayın” dedi Marilys sakince.

“Carune, neler olacağını aşağı yukarı tahmin etmişti,” dedi Mark. “İnsansız roketler, önce Ay’a sonra Mars’a, Venüs’e ve Jüpiter’in uydularına iniş yapacak şekilde programlandı… Aslına bakarsanız, insansız araçlar iniş yaptıklarında tek bir şey yapacak şekilde ayarlanmışlardı–”

“Astronotlar için Jaunt istasyonları kurmak için,” dedi Ricky.

Mark başını salladı. “Ve şimdi Güneş Sistemi’nin her tarafında bilimsel mevzilerimiz var, ve belki de bir gün, biz gideli uzun zaman olduğunda, belki başka bir gezegenimiz daha olacak. Kendi sistemleri olan dört ayrı yıldıza doğru gitmekte olan Jaunt-gemileri var… Ama oraya ulaşmalarına daha çok çok zaman var.”

“Ben farelere ne olduğunu öğrenmek istiyorum,” dedi Patty sabırsızca.

“Evet, en sonunda hükümetin adamları işin içine girdi,” dedi Mark. “Carune onları elinden geldiğince işin dışında tutmaya çalıştı, ama sonunda işin kontrolüne dört elle sarıldılar. Carune, on yıl sonra ölene kadar projenin lideriydi ancak bir daha hiçbir zaman yetki onda olmadı.”

“Vah, zavallı adam!” dedi Ricky.

“Ama kahraman oldu,” dedi Patricia. “Bütün tarih kitaplarına girdi, tıpkı başkan Lincoln ve başkan Hart gibi.”

Eminim bu onun içini son derece rahatlatıyordur… Her neredeyse, diye düşündü Mark, ve sonra hikâyenin sivri yerlerini dikkatle törpüleyerek devam etti.

 

ooo

 

Yükselmekte olan enerji kriziyle köşeye sıkışmış hükümet görevlileri, gerçekten de dört ayakları üzerine düşmüşlerdi. Jaunt’u, mümkün olan en kısa sürede bir ticari girişim haline getirmek istiyorlard; hemen bugün, hatta dün. 1990’lardaki ekonomik kaos ve giderek artan anarşi ve kitlesel kıtlık ihtimalleri, o da yalnızca iyice olası hale geldiklerinde, Jauntlanan nesnelerin uzun ve yorucu spektografik analizleri bitmeden önce duyurulmasını önledi. Analizler bittiğinde –ve nesnelerde hiçbir değişim gözlemlenmemişti –Jaunt’un varlığı, uluslararası bir tantanayla ilan edildi. Bir kerelik olsun zekâ pırıltısı gösteren Birleşik Devletler Hükümeti (sonuçta ihtiyaç, icadın anasıdır), PR çalışmaları için Young & Rubicam’ı[15] görevlendirdi.

İşte bu, yaşlı, haftada yalnızca iki kere duş alan ve yalnızca aklına geldiği zaman kıyafetlerini değiştiren, nevi şahsına münhasır bir Victor Carune efsanesinin başladığı an oldu. Bunların izinden giden Young & Rubicam ile ajanslar, Carune’u Thomas Edison[16], Eli Whitney[17], Pecos Bill[18] ve Flash Gordon’un[19] bir birleşimine çevirdiler. İşin asıl acı ama komik olan tarafı ise (ve Mark Oates bu kısmı anlatmamayı uygun buldu) Victor Carune, aslında ölmüş veya aklını kaçırmış olabilirdi; sanat hayatı taklit eder derler; Carune da, Robert Heinlein’ın[20], ünlü kişilerin, halkın nazarında yerini alan çiftleriyle yakından tanışmış olabilir[21].

Victor Carune bir sorundu; can sıkıcı, çözülmeyecek bir sorun. Boşboğaz ve ağırkanlıydı, Ekolojik Altmışlardan kalan bir artıktı –Ağırdan alma lüksüne sahip olunacak kadar çok enerjinin ortalıkta olduğu bir zamandan… Bu zamanlar, diğer taraftan, kömür bulutlarının gökyüzünü kirlettiği ve California’nın sahil kesiminin uzunca bir kısmının, nükleer “sızıntı” nedeniyle belki de altmış yıl boyunca yaşanamayacak bir yer haline geldiği, İğrenç Seksenlerdi.

Victor Carune, aşağı yukarı 1991’e kadar bir sorun olarak kaldı –Sonraysa bir damga haline indirgendi, gülümseyen, sessiz, dede tavırlı; haberlerde el sallayan bir figür… 1993’te, resmi olarak ölmeden üç yıl önce, Roses Geçit Turnuvası’nda[22], bir güvenlik arabasına binmişti[23].

Düşündürücü. Ve biraz da korkutucu.

19 Ekim 1999’da Jaunt’a ait – çalışan bir ışınlanmaya ait – sonuçların duyurusu, bütün dünyada yıldırım etkisi yaptı ve ekonomik bir kargaşaya neden oldu. Yıpranmış Amerikan Doları, dünya pazarlarında aniden tavan yaptı. Gramı yirmi sekiz dolardan altın alanlar, altının kilosunun, altı bin dolardan daha az getirdiği gerçeğiyle yüzleşti. Jaunt’un ilk duyurulduğu yıl ile New York ve L.A.’de çalışan ilk Jaunt istasyonlarının kurulması arasındaki bir yıl içerisinde, borsa, bin puanın biraz üzerine tırmanmıştı. Petrol, varil başına yalnızca yetmiş sent ucuzlamıştı, ancak 1994’e gelindiğinde, Birleşik Devletler’in her tarafına yayılmış, yetmiş kentin yoğun noktalarına kurulmuş Jaunt İstasyonlarıyla, OPEC yok oldu ve petrol fiyatları düşmeye başladı. 1998’e gelindiğinde, özgür dünyadaki şehirlerin çoğundaki istasyonlarla, mallar, Tokyo ve Paris, Paris ve Londra, Londra ve New York, New York ve

Berlin arasında rutin bir şekilde Jauntlanıyordu. Petrolün varili on dört dolara geriledi. 2006’da, insanlar sonunda Jaunt’u düzenli olarak kullanmaya başladıklarında, borsa, 1987’deki noktasının beş bin puan üzerine çıkmıştı; petrol, varili altı dolardan satılıyordu ve petrol şirketleri isim değiştirmeye başlamışlardı. Texaco, Texaco Petrol/Su oldu ve Mobil’in adı, Mobil Hydro-2-Ox idi.

2046’da, büyük oyun, su arama işiydi ve petrol 1906’daki haline döndü: Oyuncak.

 

ooo

 

“Peki ya fareler baba?” diye sordu Patty sabırla. “Farelere ne oldu?”

Mark, şimdi artık sorun olmayacağını düşünerek, çocuklara, kendilerinden yalnızca üç sıra ileriden geçmekte olan Jaunt görevlilerini işaret etti. Rick yalnızca kafasını salladı, ancak Patty, kafası modaya uygun bir şekilde tıraşlanmış ve boyanmış bir kadın, lastik maskeden bir nefes alıp bayıldığında rahatsız olmuş gibi göründü.

“Uyanıkken Jauntlanamıyor, değil mi baba?” diye sordu Ricky.

Mark rahatlatıcı bir tavırla, Patiricia’ya kafasını salladı. “Carune bunu, daha hükümet görevlileri işin içine girmeden önce kavramıştı,” dedi.

“Hükümet işine nasıl dahil oldu Mark?” diye sordu Marilys.

Mark gülümsedi. “Bilgisayar süresi,” dedi. “Veri tabanı… Bu Carune’un dilenemeyeceği, ödünç alamayacağı veya çalamayacağı tek şeydi. Asıl parçacık aktarımını bilgisayar gerçekleştiriyordu –milyarlarca veri parçası… Hâlâ da, bildiğiniz gibi, kafanızın, karnınızın ortasında bir yerde çıkmamasını sağlayan şey bilgisayarlar.”

Marilys ürperdi.

“Korkmana gerek yok,” dedi. “Bu tür bir hata hiç gerçekleşmedi Mare. Hiç.

“Her zaman bir ilk vardır,” diye homurdandı.

Mark, bakışlarını Ricky’ye çevirdi. “Nasıl bilebildi?” diye sordu oğluna. “Carune, nasıl oldu da, uyuyor olman gerektiğini anladı, Rick?”

“Fareyi geri geri ittirdiğinde,” dedi Rick yavaşça, “sorun çıkmamıştı. En azından tamamen geçirmediğinde. Sadece, kafaları önce geçince –şey, akılları uçtu. Öyle değil mi?”

“Öyle,” dedi Mark. Jaunt görevlileri şimdi, unutuluşun sessiz arabasını iterek yaklaşıyorlardı. Sonuçta bitirebilmek için yeterli zamanı olmayacaktı; belki de bir önemi yoktu. “Ne olduğunu ortaya çıkarmak için çok fazla deney yapmaları gerekmedi. Jaunt, koca nakliyat sektörünü bitirdi, çocuklar, ama en azından deneycilerin üzerindeki baskı kalktı–”

Evet. Ağırdan almak tekrar bir lüks haline gelmişti, ve deneyler, yirmi yıldan fazla sürmüş de olsa, Carune’un uyutulmuş farelerle yaptığı ilk deneyler, onu, bilinci yerinde olmayan hayvanların, artık sonsuza kadar Organik Etki, veya daha basit bir şekilde Jaunt etkisi denen şeye bağışık olduklarından emin olmasına yeterli oldu.

O ve Mosconi, birkaç fareyi ilaç vererek uyuttular; Portal Bir’den geçirdiler; karşı taraftan çıkardılar; ve endişeli bir şekilde deneklerin uyanmalarını beklediler… Ya da ölmelerini. Uyanmışlardı, ve kısa bir kendine gelme sürecinden sonra, fare-hayatlarına, kaldıkları yerden devam ettiler –yiyerek, sevişerek, oynayarak ve pisleyerek –hiçbir hastalık işareti olmadan. Bu fareler, büyük bir dikkatle incelenen birkaç nesil farenin ilki oldular. Uzun vadeli bir rahatsızlık işareti de ortaya çıkmadı; normalden daha erken ölmediler; yavruları iki kafalı veya yeşil postla doğmadı ve onlarda da uzun vadeli bir etki görülmedi.

“İnsanları geçirmeye ne zaman başladılar baba?” diye sordu Rick, bunu kesinlikle okulda öğrenmiş olmasına rağmen. “Orasını anlat!”

“Ben farelere ne olduğunu öğrenmek istiyorum!” dedi Patty tekrar.

Jaunt görevlileri, kendi sıralarının başına gelmiş olmalarına rağmen (kendileri sıranın sonundaydı), Mark Oates bir an durdu ve düşündü. Kızı, konuyla ilgili çok daha az şey bilmesine rağmen, son derece dikkatli bir şekilde dinlemiş ve doğru soruyu sormuştu. Bu yüzden, oğlunun sorusuna cevap vermeye karar verdi.

 

ooo

 

İlk Jauntlayan insanlar, astronot veya test pilotları değildi; hüküm giymiş gönüllülerdi ve psikolojik kararlılıkları konusunda gözlemlenmeye tenezzül bile edilmemişlerdi. Aslına bakılırsa, şimdi yetkili olan bilim insanlarına göre (Carune onlardan biri değildi; o şimdi artık “ünvanlı biri” olmuştu), ne kadar kaçıklarsa, o kadar iyiydi; eğer kafası gitmiş spastiğin teki[24], içinden geçerek, karşı taraftan iyi bir halde çıkabiliyorsa –ya da en azından girdiğinden daha kötü bir halde çıkmıyorsa –o zaman işlem, büyük ihtimalle yöneticiler, siyasetçiler ve mankenler için de güvenliydi.

Bu gönüllülerin yarım düzinesi Province adasındaki Vermont’a[25] getirildi (burası daha sonra bir zamanlar Kuzey Carolina’daki Kitty Hawk’ın[26] bir zamanlar olduğu kadar ünlendi); kendilerine gaz verildi ve teker teker, aralarında üç kilometre olan portallardan geçirildiler.

Mark bunu çocuklarına anlattı, çünkü tabii ki altı gönüllü de neyse ki, gayet iyi ve canlı bir şekilde geri döndüler. Onlara, rivayet edilen yedincisinden bahsetmedi. Gerçek veya söylence veya (büyük ihtimalle) ikisinin bir karşımı olan bu kişinin, ismi bile belliydi: Rudy Foggia. Foggia, anlatılana göre, cinayet hükümlüsüydü ve Florida eyaletindeki Sarasota’da[27] bir briç partisindeki dört kişiyi öldürmekten idama mahkûm edilmişti. Masala göre, Merkezi İstihbarat Teşkilatı ve Federal Soruşturma Bürosu güçlerini birleştirerek, Foggia’ya, eşsiz, tek-seferlik, al-ya-da-terk-et, kesinlikle-tekrar-edilmeyecek bir teklifle geldiler. Jaunt’a, tamamen uyanık olarak girmek… Diğer taraftan sağlıklı bir şekilde çıkarsan, Vali Thurgood tarafından imzalanmış af belgeni hazır bil. İster Tek Gerçek Haç’a[28] katılmakta, ister, sarı pantolonları ve beyaz ayakkabılarıyla briç oynayan birkaç yaşlının daha peşine takılmakta serbestsin. Ölü veya delirmiş bir halde çıkarsan, yapacak bir şey yok. Ne diyorsun?

Florida’nın idam cezası konusunda gerçekten ciddi bir eyalet olduğunu bilen ve avukatının, muhtemelen Emektar Sandalye’ye[29] oturacak bir sonraki kişi olduğunu söylemesi üzerine, Foggia, teklifi kabul etti.

2007 yazındaki o Büyük Gün’de, jüri makamını dolduracak kadar bilim insanı (ve dört beş tane de yedek) [30] oradaydı, ve eğer Foggia hikâyesi doğruysa –Mark Oates, doğru olduğunu düşünüyordu –olayı anlatanların bilim insanlarından biri olduğundan şüpheliydi. Büyük ihtimalle, ona Raiford’dan[31], Montpelier’ye[32] uçarken ve sonra da Montpelier’den, Province’e zırhlı bir araçla dönerken eşlik eden gardiyanlardan biriydi.

Foggia’nın “Eğer buradan canlı çıkarsam,” dediği söyleniyordu, “Bu batakhaneden defolmadan önce akşam yemeği olarak tavuk istiyorum.” Sonra da, Portal Bir’e adım attı ve aynı anda Portal İki’den çıktı.

Rudy Foggia, canlı olarak çıktı, ama tavuğunu yiyecek halde değildi. Üç kilometreyi Jauntlamak için kat ettiği mesafe içerisinde (bilgisayar, süreyi 0.000000000067 saniye olarak tespit etmişti), Foggia’nın saçları, bembeyaz kesilmişti. Yüzünde, –kırışıklıklar veya gerdanının sarkması gibi –herhangi bir fiziksel değişim yoktu; ancak inanılmaz derece yaşlanmış gibi bir hali vardı. Foggia, gözleri faltaşı gibi açık, boş boş bakınarak, ağzı seğirerek ve elleri önünde açılmış bir halde ayaklarını sürüyerek portaldan çıktı. Ağzından salyaları sızıyordu. Etrafında toplanmış olan bilim insanları geri çekildiler, ve hayır, Mark herhangi birinin ona bir şey dediğini sanmıyordu; sonuçta sıçanları biliyorlardı, ve fareleri, ve hamster’ları; aslına bakılırsa, sıradan bir solucandan daha büyük beyni olan herhangi bir hayvanı… Yahudi kadınları, Alman çobanlarının spermleriyle hamile bırakmaya çalışan Alman bilimadamları gibi hissetmiş olmalıydılar.

Bilim insanlarından biri “Ne oldu?” diye bağırdı (en azından bağırdığı söyleniyordu). Bu, Foggia’nın cevap vermeye vakit bulduğu tek soru oldu.

“İçerisi sonsuzluk,” dedi ve düşüp öldü. Sonradan büyük kalp krizi teşhisi kondu.

Orada toplanmış olan bilim insanları, (İstihbarat Teşkilatı ve Soruşturma Bürosu’nun güzelce icabına baktığı) cesedi ve garip ve korkunç son sözleriyle kalakaldılar: İçerisi sonsuzluk.

 

ooo

 

“Baba, ben farelere ne olduğunu öğrenmek istiyorum,” diye tekrarladı Patty. Bu soruyu tekrar sorabilecek şansı bulmuş olmasının tek nedeni, pahalı kıyafetli ve süper-parlak ayakkabılının, Jaunt görevlilerine sorun çıkartmış olmasıydı. Aslında gazı solumak istemiyordu, ama bunu bir sürü blöf ve kabadayı laflarıyla gizliyordu. Görevliler, işlerini ellerinden geldiği kadar iyi bir şekilde yapmaya çalışıyorlardı –gülümseyerek, tatlı sözlerle, ikna ederek –ama yine de bu onlara vakit kaybettirmişti.

Mark iç geçirdi. Konuyu kendisi açmıştı –evet, yalnızca Jaunt öncesi şenliklerinde çocukların dikkati dağılsın diye –ama sonuçta konuyu o açmıştı ve şimdi, mümkün olduğunca içten bir şekilde, onları endişelendirmeden veya üzmeden kapatmalıydı.

Onlara, örneğin, içinde, Jaunt hakkındaki daha inanılır söylentilerin derlendiği, “Jaunt Sırları” adında bir bölümü olan, C. K. Summers’ın Jaunt’un Politikası adlı kitabından bahsetmeyecekti. Rudy Foggia’nın, Briç kulübü cinayetleri ve yenmemiş tavuk hikâyesi oradaydı. Ayrıca, son üç yüz yıl süresinde, tamamen ayık halde Jauntlamış gönüllüler, günah keçileri veya kaçıklar hakkındaki otuz kadar (veya daha fazla… veya daha az, kim bilir) vaka öyküsü de bulunuyordu. Diğer tarafa geçenlerin çoğu sonradan ölmüştü. Diğerleri umutsuzca aklını kaçırmıştı. Hatta bazı durumlarda, sırf diğer portaldan çıkmış olmanın şokuyla hayatlarını kaybedenler vardı.

Summer’ın, Jaunt söylentileri ve efsaneleri hakkındaki bölümünde, rahatsız edici başka bilgiler de bulunuyordu: Görünüşe göre, Jaunt birkaç defa, cinayet silahı olarak da kullanılmıştı. Yalnızca otuz yıl önce gerçekleşmiş en ünlü (ve belgelere dayanan tek) vaka, Lester Michaelson adlı bir Jaunt araştırmacısının, çığlıklar atan eşini bağlayarak, Nevada’daki Silver City’de Jaunt portalına itmesiydi. Ama Michealson itmeden önce, Jaunt panelindeki Sıfır tuşuna basarak, Bayan Michaelson’un çıkabileceği yüzbinlerce Jaunt istasyonunu kapatmıştı –hemen o civardaki Reno’dan, deneysel Jaunt istasyonlarına, hatta Jüpiter’in uydularındakilere kadar. Ve Bayan Michaelson, böylece, ozon tabakasında bir yerlerde, sonsuza kadar Jaunt içerisinde kaldı. Michaelson’un akli dengesinin yerinde olduğu (belki kanundaki dar akli denge tanımına uyuyordu ancak Lester Michaelson, pratik olarak tam bir zırdeliydi) ve duruşmaya çıkabileceğine kanaat getirildikten sonra, avukatı, özgün bir savunma yaptı: Müvekkili, cinayetten yargılanamazdı, çünkü kimse, Bayan Michaelson’un öldüğünü kanıtlayamamıştı.

Bu, onda, cisimsiz, ama bir şekilde hâlâ bilinci yerinde, sonsuza kadar arafta kalmış bir kadın hayaleti imgesi canlandırmıştı. Michaelson, hüküm giydi ve idam edildi[33].

Ek olarak, Summers, Jaunt’un, bazı aşağılık diktatörler tarafından, muhaliflerini ortadan kaldırmak için kullanıldığını da iddia ediyordu; ayrıca, Mafya’nın, İstihbarat Teşkilatı bağlatıları sayesinde merkezi bilgisayara bağlı, kendi yasadığı Jaunt istasyonları olduğunu iddia ediyordu[34]. Mafya’nın, Jaunt’a ait Sıfır özelliğini, bahtsız Bayan Michaelson’un aksine, halihazırda ölmüş bedenlerden kurtulmak için kullandığını öne sürüyordu. Bu şekilde bakıldığında, Jaunt, yerel taş ocağından çok daha verimli bir şekilde, kusursuz bir Jimmy Hoffa[35] makinasıydı.

Summers, bu sonuca ve Jaunt hakkındaki teorilerine, tüm bu olaylar nedeniyle ulaşmıştı; ve böylece, Patty’nin fareler hakkındaki sorusuna geri dönmüş oluyordu.

“Evet,” dedi Mark yavaşça, ve eşi, dikkatli olması için gözüyle işaret etti; “şimdi bile, kimse tam olarak bilmiyor, Patty. Fakat, hayvanlar üzerinde yapılan tüm deneyler – farelerinki de dahil olmak üzere – fiziksel olarak Jaunt anında gerçekleşiyor olsa da, zihinsel olarak çok, çok uzun sürdüğüne işaret ediyor.”

“Anlamıyorum,” dedi Patty somurtarak. “Anlamayacağımı biliyordum.”

Fakat Ricky, düşünceli bir şekilde babasına bakıyordu. “Böyle olduğuna karar verdiler,” dedi. “Deney hayvanları… Ve eğer bayıltılmazsak, biz de…”

“Evet,” dedi Mark. “Böyle olduğunu düşünüyoruz.”

Ricky’nin gözlerinde bir parıltı vardı. Korku mu? Heyecan mı? “Bu sadece bir ışınlanma değil, öyle değil mi baba? Bir çeşit zaman-bükülmesi.”

İçerisi sonsuzluk, diye düşündü Mark.

“Bir yönüyle,” dedi. “Ama bu bir çizgiroman deyimi –kulağa hoş geliyor ama aslında pek bir anlamı yok, Rick. Daha çok, bilinçlilik olayı ile, bilincin parçacıklara bölünmemesiyle ilgili –tek parça ve sabit olarak kalıyor. Bir çeşit bozulmuş zaman kavramını da sürdürüyor. Fakat, salt aklın zamanı nasıl ölçeceğini bilemiyoruz, veya bu fikrin salt akıl için bir anlamı olup olmadığını bile. Salt aklın ne olduğu konusunda bile bir fikrimiz yok.”

Mark, oğlunun, aniden keskinleşen ve meraklanan bakışlarıyla endişelenerek sessizleşti. “Anladı, ama anlamıyor”, diye düşündü. Aklın, en iyi dostun olabilir; yapacak, okuyacak bir şey olmadığında seni sıkılmaktan kurtarabilir. Fakat onu çok uzun süre hiçbir şekilde beslemezsen, sana düşman olur. Sana düşman olması, kendisine düşman olmasıdır; kendini parçalar; belki de kavramanın mümkün olmadığı bir tür öz-yamyamlıkla kendini tüketiyordur. Beden için Jauntlamak 0.000000000067 saniye alıyor; peki ama parçacıklara ayrılmayan akıl için?.. Yüz yıl?.. Bin yıl?.. Bir milyon?.. Bir milyar?.. Boş, bembeyaz bir ortamda kendi düşüncelerinizce yalnız kaldığınız ne kadarlık bir süre?.. Ve sonra, bir milyar sonsuzluk geçirdikten sonra, aniden ışığın ve biçimin ve bedenin bir anda geri gelişi… Kim aklını kaçırmazdı ki?

“Ricky –” diye söze başladı ancak Jaunt görevlileri, tekerlekli masalarıyla yanlarına gelmişti.

“Hazır mısınız?” diye sordu bir tanesi.

Mark kafasını salladı.

“Baba, ben korkuyorum,” dedi Patty incecik bir sesle. “Canım acıyacak mı?”

“Hayır, tatlım, tabii ki acımayacak,” dedi Mark, sesi yeterince sakin ancak kalbi biraz hızlı çarptığı halde –bu yirmi beşinci filan olmasına rağmen, her seferinde böyle oluyordu. “Ben önden gideceğim ve sen de ne kadar kolay olduğunu görmüş olacaksın.”

Jaunt görevlisi ona sorar gibi baktı. Mark kafasını salladı ve gülümsedi. Maske yaklaştı. Mark, maskeyi eline aldı ve karanlıktan bir nefes çekti.

 

ooo

 

Fark ettiği ilk şey, Whitehead City’nin şehrini saran kubbenin tepesinden görülen siyah gökyüzü oldu. Orada vakit geceydi ve yıldızlar, Dünya’da hayal bile edilemeyecek bir parlaklıkla gökyüzüne yayılmışlardı.

Fark ettiği ikinci şeyse, uyanma odasında bir çeşit kargaşa yaşandığıydı –mırıldanmalar, daha sonra bağırışlar ve sonra da tiz bir çığlık. Aman Tanrım, bu Marilys! diye düşündü ve baş dönmesiyle mücadele ederek Jaunt koltuğundan doğrulmaya çalıştı.

Bir çığlık daha duyuldu ve Jaunt görevlilerinin, kızıl tulumları içerisinde onlara doğru koştuğunu gördü. Marilys, işaret ederek, kendisine doğru sendeledi. Tekrar çığlık attı ve dayandığı tek eliyle zayıfça kavradığı bir Jaunt koltuğunun koridora doğru yavaşça kaymasına neden olarak, zemine yığılıp kaldı.

Fakat Mark, onun parmağıyla işaret ettiği tarafa dönmüştü. Görmüştü. Ricky’nin gözlerindeki korku değildi; heyecandı. Anlamış olması gerekirdi, çünkü Ricky’i iyi tanırdı – daha yalnızca yedi yaşındayken, Schenectady’daki[36] evlerinin arka bahçesindeki ağacın en yüksek dalından düşerek kolunu kıran Ricky (neyse ki yalnızca kolunu kırmıştı); kaykayı ile mahalledeki bütün çocuklardan daha hızlı ve daha uzağa gidebileceğine iddiaya giren Ricky; her meydan okumaya cevap vermeye hazır olan Ricky. Ricky ve korku, birbirlerini pek iyi tanımıyorlardı.

Şu ana kadar.

Ricky’nin yanında, kız kardeşi huzurlu bir şekilde uyuyordu. Bir zamanlar oğlu olan o şey, on iki yaşında bembeyaz saçları, inanılmaz derecede ihtiyarlamış gözleri ve hastalıklı bir sarıya dönmüş gözleriyle, Jaunt koltuğunda kıvrandı ve debelendi. Zamanın kendisinden daha yaşlı bir şey, bir çocuk taklidi yapıyordu; yine de bir çeşit korkunç, müstehcen keyifle kıvrandı ve debelendi; gırtlağı tıkanmış gibi, delice kakırdaması, Jaunt görevlilerinin korkuyla geri çekilmelerine neden oldu. Bu tür akla hayale sığmaz olasılıkla baş edecek şekilde eğitimden geçmiş olmalarına rağmen, bazıları kaçtı. Pençe gibi tuttuğu elleri, havayı tırmaladı, yumruklardı ve havada dans etti; birden aşağı çekildiler ve oğlu olan o şey, kendi yüzünü tırmalamaya başladı.

“Sandığından daha uzun baba!” diye kakırdadı. “Sandığından daha uzun! Gaz verdiklerinde nefesimi tuttum! Görmek istedim! Gördüm! Gördüm! Sandığından daha uzun!”

Kakırdayarak ve çığlıklar atarak, Jaunt koltuğundaki o şey, kendi gözlerini çıkarttı. Kan fışkırdı. Uyanma odası, şimdi çığlık atanlarla dolu bir kafese dönmüştü.

“Sandığından daha uzun baba! Gördüm! Gördüm! Uzun Jaunt! Sandığından daha uzun –”

Jaunt görevlileri nihayet onu kontrol altına alıp, koltuğu üzerinde hızlıca uzaklaştırırken, çığlıklar atıp, görülemeyecek olanı görmüş olan gözlerini tırmalayarak başka şeyler de söyledi. Başka şeyler de söyledi ve sonra çığlık atmaya başladı, ancak Mark Oates söylediklerini duymadı, çünkü o sırada kendisi de çığlık atıyordu.

 

-oOo-

 

Notlar:

[1] Patty, re-fund (yeniden fonlamak) ile refund (para iadesi) kelimelerini karıştırarak, cümle içinde kullanıyor. geri=>

[2] Lethe: Yunan mitolojosininde, Yeraltı dünyası olan Hades’deki nehirlerden biri. Bu nehrin suyundan içenlerin her şeyi unuttukları rivayet edilir. Mark, yolcuların bayılmalarına neden olan Jaunt görevlilerini kastediyor. geri=>

[3] Jaunte: Alfred Bester’in, Kaplan! Kaplan! adlı romanında, insanların zihin gücüyle ışınlanabileceğini keşfeden ilk kişinin ismidir. Romanın evreninde, bu isme istinaden, ışınlanmaya jaunte denir. geri=>

[4] Brat: Subaru markasına ait bir pikap modeli. 1978 – 1994 yılları arasında üretilmiştir. geri=>

[5] Yale: 1868 yılında kurulmuş bir kilit ve güvenlik sistemleri şirketidir. geri=>

[6] İyon tabancası: Çeşitli yüzeylere kaplama yapmak için kullanılan bir çeşit cihaz. Carune, muhtemelen, başlangıçta icadının yalnızca atomik düzeydeki parçacıkları ışınlayabileceğini düşündüğü için deneylerinde bu aleti kullanmaktadır. geri=>

[7] Bulut odası: İçerisinde genellikle, su veya alkol buharı bulunan cihazlardır. Bir iyon tabancasının ürettiği gibi yüklü parçacıklar, bu odacığa girdiklerinde iz bırakırlar. Carune, böylece iyonların portallar arasında geçiş yapabildiğini çıplak gözle görebilecekti. geri=>

[8] Pomona (portakalı): ABD’deki California Eyaletinde bir şehir. Narenciye üretimi ile ünlüdür. geri=>

[9] Oyuncak giyotin: Basit sihirbazlık numaralarında kullanılan bir tür oyuncak. Hareketli bıçağı sayesinde üzerindeki delikten sokulan nesneleri kesmezken, aşağıdaki küçük delikten sokulanları keser ve izleyenler üzerinde küçük çaplı, kısa süreli bir korku yaratır. geri=>

[10] Bilgisayar süresi: 1980’lerden önce neredeyse tüm bilgisayarlar, 80’ler ile birlikte de güçlü bilgisayarlar, nadir oldukları için, kullanıcıların belli süreler boyunca kullanmalarına izin verilirdi. Çok güçlü bilgisayarlar için bu durum günümüzde de geçerlidir. geri=>

[11] Smithsonian Enstitüsü: ABD’de, 1846 yılında kurulmuş, bir grup müze ve araştırma merkezinden oluşan enstitü. geri=>

[12] Hershey: ABD’de satılan bir çikolata, şekerleme markası. geri=>

[13] King, burada, yine bir ışılanma hikâyesi olan, Langelaan’ın Sinek adlı öyküsündeki Andre Delambre’nin ilk deneyinde, karşı taraftan ters olarak çıkan kül tablasına göndermede bulunuyor. Hikâyenin tamamını burada okuyabilirsiniz. https://bilimvesaire.com/2017/02/edebiyat/sinek-george-langelaan-tam-metin-olarak-karsinizda/
geri=>

[14] Büyük Beyaz Ata: Carune, Washington’daki Abraham Lincoln Anıtı’nı ile hükümeti kastediyor. geri=>

[15] Young & Rubicam: 1923’te kurulmuş bir Amerikan reklam ajansı. geri=>

[16] Thomas Edison: (1847 – 1931) Amerikalı mucit. Tungsten ampulünü icat etmiştir. geri=>

[17] Eli Whitney: (1765 – 1825) Amerikalı mucit. Pamuğun tohumlarını ayırmaya yarayan pamuk tarağını icat ederek, endüstri devrimine önemli bir katkı sağlamıştır. geri=>

[18] Pecos Bill: Amerikan folk kahramanı kovboy. Amerika’nın batıya doğru genişlemesi sırasında yaşamış olduğu rivayet edilir. Efsaneye göre, ailesinin göçü sırasında, Pecos nehri civarınd at arabasından düşmüş ve çakallar tarafından yetiştirilmiştir. Yıllar sonra, erkek kardeşi tarafından bulunmuş ve çakal olmadığına ikna edilmiştir. Kement ve kırbaç olarak kullandığı bir çift yılanı vardır. Atının adı Yıldırım’dır [İng. Lightning], çünkü kendisinden başka ona binip, yaşayabilen olmamıştır. En sevdiği yiyecek dinamittir. geri=>

[19] Flash Gordon:Uzay çağında geçen bir çizgiroman kahramanı. geri=>

[20] Robert Anson Heinlein: (1907 – 1988) Ünlü, Amerikan bilimkurgu yazarı. Eserleri arasında Yıldız Gemisi Askerleri ve Yaban Diyarlardaki Yabancı bulunmaktadır. geri=>

[21] Mark, Heinlein’ın İkiz Yıldız adlı eserine göndermede bulunmaktadır. Bu romanda, Büyük Lorenzo adlı bir oyuncu, sağlığı bozulmuş olan Bonforte adlı liderin canlandırarak, o iyileşene kadar yerini alır. Ayrıca 20’ye bakınız. geri=>

[22] Roses Geçidi Turnuvası: Araçların çeşitli heykelsi şekillerde çiçeklerle süslendiği büyük bir geçit töreni. Yılbaşında, California’da gerçekleştirilir. geri=>

[23] Geçit töreni sırasında yanaşacak bir istenmeyen bir olay sonrasında, geçit törenini yönlendirme, durdurma görevini yerine getiren araç. Ayrıca 22’ye bakınız. geri=>

[24] Orijinal metinde bu şekilde. geri=>

[25] Vermont: ABD-Kanada sınırında bulunan Province adasında bir şehir. geri=>

[26] Kitty Hawk: ABD, Kuzey Carolina Eyaleti’nde bir şehir. Wright kardeşler, ilk uçuş denemelerini bu şehre altı kilometre mesafedeki Kill Devil Tepeleri’nde gerçekleştirmişlerdir. geri=>

[27] Sarasota: ABD, Florida Eyaleti’nde bir şehir. geri=>

[28] Tek Gerçek Haç: [İng. One True Cross] Katolik kilisesi kastediliyor. geri=>

[29] Elektrikli sandalye kastediliyor. geri=>

[30] Amerikan yargı sisteminde, jüri üyeleri on iki kişiden oluşmaktadır. Ayrıca, bazı tür davalarda, bazı duruşmalara mazeretli olarak katılamayan üyeler yerine, dava sürecinin aksamaması için yedek üyeler katılır. geri=>

[31] Raiford: ABD, Florida Eyaleti’nde bir şehir. geri=>

[32] Montpelier: ABD, Vermont Eyaleti’nin başkenti. geri=>

[33] Michaelson’un avukatının duruşu, naçizane, doğru görünmektedir. Ortada hem bir ceset yoktur, hem de ilk kez kullanılan, özgün bir cinayet silahı/yöntemi söz konusudur. Amerikan sisteminde, iş dönüp dolaşıp jüri üyelerinin takdirine kaldığı için şansı yaver gitmemiş olabilir. Belki, jüri üyeleri olmayan, Roma Hukuku’nu benimsemiş bir ülkede, davasının diğer türlü sonuçlanma ihtimali daha yüksektir, denebilir. geri=>

[34] Tetikçiler [Orj. Looper] adlı 2012 yapımı film ile karşılaştırınız. geri=>

[35] Jimmy Hoffa: (1913 – 1975) Amerikalı sendika başkanı. Bazı yasadışı işlere karışmış ve hüküm giymiştir. 1975 yılında ortadan kaybolmuş ve 1982 yılında, resmi olarak ölü ilan edilmiştir. Cesedi bulunamamıştır. Ortadan kayboluşu hakkında birçok komplo teorisi bulunmaktadır. geri=>

[36] Schenectady: ABD, New York Eyaleti’nde bir şehir. geri=>