edebiyat

Profesör Dummkopf’un maceraları, “Vücudu Olmayan Adam” ile devam ediyor

 

VÜCUDU OLMAYAN ADAM

 

Yazan: Edward Page Mitchell
Orijinal adı: The Man Without a Body
The Sun, 25.03.1877

 

Central Park’da bulunan Arsenal Müzesi’ndeki eski bir rafta, doldurulmuş sinekkuşları, erminler, gümüş tilkiler ve parlak renkli muhabbetkuşlarının arasında, bir sıra dehşetengiz insan kafası bulunmaktadır. Bir seneden biraz daha önce korkunç koleksiyona eklendiğinden beri beni son derece etkilemiş olan Kafkasyalıdan bahsetmek için, Mumyalanmış Peru’luyu, Maori Şef’ini[1] ve Yassıkafa Kızılderiliyi[2] geçiyorum.

Kafayı ilk gördüğüm anda beni derinden etkilemişti. Yüzüne ait ögelerdeki dalgın ve zeki görünüş dikkatimi çekmişti. Burnu gitmiş olmasına ve genzi de oldukça yıpranmış görünmesine rağmen, yüzü oldukça dikkat çekici. Gözleri de aynı şekilde, sanki bir şey ister gibi; ancak boş kürelerin tamamen kendilerine has bir ifadeleri var. Parşömenimsi derisi o kadar kuru ve büzüşmüş ki, çenesinin içinde, dişlerinin kökleri görülebiliyor. Ağzı, çürümenin getirdiği yıkımdan fazlasıyla etkilenmiş, ancak kendine has bir karakteri var. Sanki, “anatomik yapımdaki bazı eksiklikler hariç, bir parça adam görüyorsunuz!” der gibi duruyor. Kafanın ögeleri Tötonik[3] yapıda ve kafatası bir filozofa ait[4]. Yine de asıl dikkatimi çeken şey, bu harap olmuş suratın, bir zamanlar tanıdığım bir yüzle arasındaki belirsiz benzerlik – aklımda yer etmiş, ancak tam olarak hatırlayamadığım bir yüzle…

Sonuç olarak, kafayı neredeyse bir senedir biliyorken, cam vitrininin önünde dikildiğim sırada, tanışıklığımızı onayladığını ve benim tarafımdan gösterilen dost canlısı ilgiyi takdir ettiğini belirtircesine, kasıtlı bir şekilde bana göz kırptığını gördüğümde, pek de şaşırdım diyemem.

Bu olay, müzede gönüllülerin görev yaptığı bir günde gerçekleşti, ve o sırada sergi salonundaki tek ziyaretçi bendim. Sadık görevli, maymunlardan sorumlu arkadaşıyla beraber bir kutu bira devirmeye gitmişti.

Kafa, ikinci kere, bu defa daha içten bir şekilde göz kırptı. Çabasını, bir anatomistin eleştirel zevkiyle gözlemledim. Sertleşmiş cildin altında, masseter kaslarının[5] gerildiğini gördüm. Glutinatorların[6] hareket ettiğini, ve dahili platizmanın[7] harikulade yatay hareketini gördüm. Kafanın benimle konuşmaya çalıştığını biliyordum. Risorius ve zygomatie major’ün[8] konvülsiyon seğirmelerini[9] fark ettim ve gülümsemeye gayret ettiğini anladım.

“Bu” diye düşündüm, “ya dekapitasyondan[10] çok sonra görülen bir canlılık vakası, ya da diyastaltik[11] veya eksito-motor sisteminin[12] var olmadığı duruma ait bir refleks hareket örneği. Her iki durumda da, eşi görülmemiş bir vaka ve dikkatli bir şekilde gözlemlenmeli. Ayrıca, Kafa’nın bana karşı iyi niyetli olduğu da aşikâr.” Kendi tarafımda, vitrinin cam kapısını açan bir anahtar gördüm.

“Teşekkürler,” dedi Kafa. “Bir parça temiz hava gerçekten iyi geldi.”

“Nasıl hissediyorsunuz?” diye sordum kibarca. “Vücudunuz olmaksızın her şey nasıl görünüyor?”

Kafa, kendisini üzgünce salladı ve iç geçirdi. “Bir bacak için,” dedi, aşikâr nedenlerle göğüs tonlarından kaçınıp, harap haldeki burnundan konuşarak, “bir tek bacak için, iki kulağımı da verirdim. Arzu duyduğum şeyler genel olarak hareket etmekle ilgili, ancak yürümem mümkün değil. Sekmem veya topallamam dahi mümkün değil. Büyük bir keyifle seyahat ederdim, dolaşırdım, insanların arasında gezinirdim, ama bu lanet rafa zincirliyim. Şuradaki barbar kafalarından daha iyi durumda değilim – Ben. Bir bilim insanı! Burada, boynumun üzerinde oturup, etrafımdaki çullukları ve leylekleri seyretmeye mahkumum. Şuradaki küçük şeytani uzun gagalı Oedieneninus’lara[13] bir bakın. Şu sefil gri-kafalı porphyric’lere[14]… Hiçbirinin beyni yok, hırsları yok, istekleri yok. Gelin görün ki hepsinin bol bol bacağı var, var, var.” Sergi salonu boyunca, söz konusu teşhirci kuşların uzuvlarına kıskanç bir ifadeyle baktıktan sonra umutsuzca ekledi. “Ben, bu halimle bir Wilkie Collins[15] romanının kahramanı olabilecek halde bile değilim.”

Bu kadar hassas bir konuda onu nasıl teselli edeceğimi bilemedim, ama yine de, belki içerisinde bulunduğu durumun nasır ve gut rahatsızlıklarına bağışık olması gibi iyi bir tarafı olabileceğini ima edecek kadar ileri gittim.

“Ve kollar…” diye devam etti, “alın size bir talihsizlik daha! Yazın vitrine giren sinekleri bile –Tanrı bilir nereden –kovalayamıyorum. Şuradan bana hacıyatmaz gibi sırıtan körolası Kızılderili mumyasını bile uzanıp tokatlayamıyorum. Kafamı kaşıyamıyorum ve hatta buradaki güçlü cereyan yüzünden soğuk aldığımda burnumu bile (burnunu!) silemiyorum. Yemek içmek ise umurumda değil. Benim ruhum bilimle çevrili. Bilim benim aşkım, benim dinim. Onun geçmişte bıraktığı ayak izlerine tapıyorum ve geleceğe ilerleyişinin kehanetini selamlıyorum. Ben—”

Bu serzenişleri daha evvel de duymuştum. Aniden, Kafayı ilk gördüğüm andan itibaren aklıma musallat olan o aşinalık hissini yakaladım. “Bağışlayın,” dedim, “ama siz, meşhur Profesör Dummkopf[16] musunuz?”

“Adım bu, ya da en azından buydu,” diye cevapladı vakur bir tavırla.

“Ve sanırım önceden, şaşırtıcı derecede orijinal bilimsel deneyler gerçekleştirdiğiniz, Boston’da ikamet ediyordunuz. Kokunun fotoğrafının nasıl çekileceğini, sesin nasıl şişeleneceğini, Aurora Borealis’in nasıl dondurulabileceğini ilk siz keşfetmiştiniz. İnsan zihnine spektral analiz uygulayan ilk kişi sizdiniz.” [17]

“Bunlar benim yalnızca bazı tali başarılarımdı,” dedi Kafa, hüzünle kendini sallayarak— “en son icadımla, aynı anda en büyük zaferim ve mahvım olan muazzam keşifle kıyaslandığında önemsizler. Vücudumu, bir deney sırasında yitirdim.”

“Nasıl oldu bu?” diye sordum. “Bunu duymamıştım.”

“Hayır,” dedi Kafa. “Yalnız ve arkadaşsız olduğum için, ortadan yok olduğum pek fark edilmedi diyebilirim.”

Merdivenlerden bazı sesler geliyordu. “Şşt!” dedi Kafa. “Biri geliyor. Bizi görmemeli. Hiçbir şey yokmuş gibi davranın.”

Vitrinin kapısını aceleyle kapattım; geri dönen görevlinin dikkatini çekmeyecek şekilde son anda kilitleyebildim ve yakındaki başka bir vitrini büyük bir ilgiyle inceliyor gibi yaptım.

Bir sonraki gönüllüler gününde müzeyi tekrar ziyaret ettim ve Kafa’dan sorumlu bekçiye, sorumlu olduğu antikalar hakkında bildiklerini anlatması için bir dolar verdim. Benimle müze salonunu turlarken durmadan konuştu.

“Şu, oradaki”, dedi Kafa’nın önünde olduğumuz sırada, “müzeye on beş ay önce bağışlanmış, ahlaki bir kalıntıdır. Geçen yüzyılda Paris’te giyotine giden azılı bir katilin kafası, efendim.”

Bir an için Profesör Dummkopf’un ağzının kenarında hafif bir seğirme, ve bir zamanlar gözkapağı olan şeyde de neredeyse fark edilmez bir hüzün ifadesi görür gibi oldum, fakat şartlar düşünüldüğünde, yüzünü gayet iyi muhafaza etti. Entelektüel hizmetleri için teşekkür ederek, rehberime veda ettim ve beklediğim gibi, beni Kafa ile konuşmama devam edebileceğim şekilde derhal kolay kazanılmış dolarını biraya yatırmaya gitti.

“Bunun gibi odun kafalı bir ahmağın,” dedi profesör, cam hapishanesini açtıktan sonra, “her ne kadar küçük olsa da, bir bilim insanı olan bir parçadan sorumlu olduğunu bir düşünün –Telepompa’nın mucidinden! Parismiş! Katilmiş! Geçen yüzyıl, gerçekten!” ve Kafa, raftan yuvarlanacak diye endişelendirecek kadar sarsılarak kahkahalar attı.

“İcadınızdan bahsediyordunuz; Telepompa,” dedim.

“A, evet,” dedi Kafa, aynı anda hem ağırlığını hem de ağırlık merkezini kontrol altına alarak; “Size nasıl olup da Vücudu Olmayan Adam haline geldiğimi anlatma sözü vermiştim. Bundan üç ya da dört yıl evvel, sesin elektrik vasıtasıyla iletiminin ilkelerini keşfettim. Ona taktığım ismiyle Telefon’um, eğer zahmet edip de kamuoyuna sunsaydım, fevkalade pratik yararları olan bir icat olacaktı. Ancak, maalesef—”

“Böldüğüm için özür dilerim,” dedim, “ama size söylemeyim ki, başka biri daha aynı şeyi başardı. Telefon halihazırda var olan bir gerçek.”

“Daha ileri gittiler mi?” diye sordu hevesle. “Atomların iletiminin büyük sırrını keşfettiler mi? Başka bir deyişle, Telepompa’yı icat etmeyi başardılar mı?”

Hızlıca, “Bu isimde herhangi bir şey duymadım,” diyerek kendisini temin ettim, “fakat bununla ne kastediyorsunuz?”

“Dinleyin,” dedi. “Telefon çalışmalarımda yaptığım deneyler sırasında, aynı ilkelerin sınırsız bir şekilde genişletilebileceği konusunda ikna oldum. Madde, moleküllerden, moleküllerin kendileri de atomlardan oluşuyor. Atom, sizin de bildiğiniz üzere, varlığın en küçük yapıtaşı[18]. Moleküller, kendi bileşenlerini oluşturan atomların sayılarına ve dizilişlerine göre farklılaşıyor. Kimyasal değişiklikler, atomların moleküller içerisindeki dağılımı ve başka moleküller oluşturacak şekilde yeniden dizilimiyle gerçekleşir. Bu dağılım, kimyasal afinite veya yeterince güçlü bir elektrik akımı ile değiştirilebilir. Dediklerimi takip edebiliyor musunuz?”

“Kesinlikle.”

“Tamam, şimdi, bu düşünce çizgisini takip ederek, harika bir fikre ulaştım. Ortada, maddenin telgraf gibi iletilmesini, veya etimolojik olarak doğru ifadeyle[19], ‘telepompalanmasını’ önleyecek hiçbir sebep yoktu. Gerekli olan tek şey, hattın bir ucunda moleküllerin atomlarına parçalanmasını sağlamak, ve kimyasal dizilimlerine ait titreşimlerin elektrik vasıtasıyla, burada başka atomlar kullanılarak tam olarak yeniden inşa işleminin gerçekleşeceği diğer uca taşınmasını sağlamak gerekiyordu. Tüm atomlar birbirine benzediği için, moleküller olarak aynı düzende dizilmeleri ve bu moleküllerin de orijinal dizilime uygun şekilde dizilmeleri, pratik olarak orijinalin yeniden oluşturulması anlamına gelecekti. Bu bir vücuda gelme olayıdır –ruhsalcıların ikiyüzlüce kullandıkları anlamda değil, tamamen katı bilimin doğruluğu ve mantığı anlamında… Hâlâ takip edebiliyor musunuz?”

“Bir miktar bulanık,” dedim, “ama sanırım demek istediğinizi anlıyorum. Maddenin İdea’sını telgraf çekecektiniz; Platon’un kullandığı anlamda İdea…”

“Kesinlikle. Bir mumun alevi, yanan gaz sürekli olarak değişmesine rağmen, aynı alevdir. Su yüzeyindeki bir dalga hareket ettikçe, kendisini oluşturan suyun değişmesine rağmen, aynı dalgadır. Bir kişi, beş yıl önce bedeninde bulunan atomların hiçbiri artık olmasa da, aynı kişidir. Asıl olan biçim, şekil, İdea’dır. Maddeye özgünlüğünü veren titreşimler, sese özgünlüğünü veren titreşimler kadar kolay bir şekilde kablo boyunca belli bir mesafe öteye iletilebilir[20]. Bu şekilde, tabiri caizse, maddeyi anot tarafında yıkıp, aynı plana göre katot tarafında yeniden inşa edebileceğim bir enstrüman geliştirdim. İşte bu benim Telepompa’mdı.”

“Peki ama, pratikte—Telepompa nasıl çalıştı?”

“Mükemmel bir şeklide! Boston, Joy Caddesi’ndeki dairemde, aşağı yukarı beş mil uzunluğunda kablom vardı. Quartz, nişasta ve su gibi basit bileşikleri, bir odadan diğerine bu beş millik kablo boyunca iletmekte hiçbir sıkıntı yaşamadım. Bir odada üç sentlik posta pulunu parçalayıp, anında diğer odadaki alıcı cihazda yeniden üretildiğini gördüğümde yaşadığım mutluluğu hiçbir zaman unutamayacağım. İnorganik maddelerdeki bu başarı, beni aynı şeyi canlı organizmalarda denemem için cesaretlendirdi. Bir kedi[21] yakaladım –siyah sarı bir kedi – ve onu iki-yüz-kap-bataryamdan[22] gelen korkunç bir akıma maruz bıraktım. Kedi bir parıltı içinde yok oldu. Aceleyle diğer odaya geçtim, ve son derece memnun edici bir şekilde, Thomas’ı orada, biraz şaşkınlık içerisinde olmasına rağmen, canlı ve mırıldar bir halde buldum. Kusursuz çalışmıştı.”

“Kesinlikle olağanüstü.”

“Öyle değil mi? Kedi üzerindeki deneyimden sonra, devasa bir fikir beni ele geçirdi. Eğer kedigillerin bir üyesini gönderebiliyorsam, bir insanoğlunu neden gönderemeyeyim? Eğer bir kediyi elektrik vasıtasıyla anında beş mil iletebiliyorsam, neden aynı şekilde bir insanı Atlantik boyunca Londra’ya iletemeyeyim? Halihazırda güçlü olan bataryalarımı daha da güçlendirmeye ve deneyi gerçekleştirmeye karar verdim. Kendisini tamamen bilime adamış her kişi gibi, ben de deneyimi kendi üzerimde gerçekleştirmeye karar verdim.”

“Tecrübemin bu kısmına değinmekten pek hoşlanmıyorum,” diye devam etti Kafa, göz kırpışıyla birlikte, kendi mendilimle nazikçe sildiğim bir damla gözyaşı yanağından süzülerek. “Yalnızca şu kadarını söyleyebilirim, bataryaların gücünü üç katına çıkardım; kablomu binaların üzerinden, Philips Caddesi’ndeki daireme uzattım, her şeyi hazırladım ve teoriye olan güvenimden kaynaklı ağırbaşlı bir sakinlikle, Telepomp’un Joy Caddesi’ndeki ofiste bulunan vericisi üzerinde yerimi aldım. Batarya’nın bağlantısını yaparken, kendimi Philips Caddesi’ndeki odalardan birinde bulacağımdan, var olduğumdan emin olduğum kadar emindim. Sonra, elektriği veren anahtarı çevirdim. Heyhat!”

Dostum bir süre boyunca konuşamadı. Sonunda, bir gayretle hikâyesine devam etti.

“Ayaklarımdan parçalanmaya başladım ve kendi gözlerimin önünde yavaşça kayboluyordum. Bacaklarım eriyip yok oldu, sonra gövdem ve kollarım… Olağanüstü miktarda yavaşlayan çözünme hızımdan bir şeylerin yanlış gittiğini anlamıştım, ama bir şey yapmaktan acizdim. Sonra kafam da gitti ve bilincimi yitirdim. Teorime göre, en son kaybolan kafam olduğu için, kablonun diğer ucunda ilk belirmesi gereken de oydu. Aslına bakılırsa, teori doğrulandı. Bilincim yerine geldi. Gözlerimi Philips Caddesi’ndeki dairede açtım. Çenem beliriyordu, ve büyük bir keyifle, boynumun da yavaşça şekillendiğini gördüm. Aniden, aşağı yukarı üçüncü servikal vertebramda[23], işlem durdu. Aniden nedenini anlamıştım. Bataryamın kaplarındaki sülfrik asidi yenilemeyi unutmuştum, ve bu nedenle geri kalanımı maddeleştirmek için gerekli elektrik yoktu. Kafam yerindeydi ama vücudum Tanrı bilir nerede…”

Teselli etmeye çalışmadım. Profesör Dummkopf’un üzüntüsünün yanında, kelimelerim kulağa dalga geçer gibi gelecekti.

“Gerisinin ne önemi var?” diye hüzünle devam etti. “Philips Caddesi’ndeki bina tıp öğrencileriyle doluydu. Sanıyorum ki onlardan bazıları kafamı buldu ve benim veya Telepomp’um hakkında hiçbir şey bilmedikleri için, anatomik araştırmalara tahsis ettiler. Sanıyorum ki, arsenik içeren bazı maddelerle muhafaza etmeye kalktılar. Sanıyorum ki, bir tıp öğrencisinden diğerine, bir anatomi vitrininden diğerine, ta ki bir sözde esprili bir kişi, geçen yüzyıldan kalma Fransız katil olarak beni müzeye bağışlayana kadar sürüklendim. Birkaç ay boyunca kendimde değildim, fakat sonra bilincim yerine geldi ve kendimi burada buldum.”

“İşte,” diye ekledi Kafa, kuru, buruk bir kahkahayla, “böyledir kaderin cilvesi!”

“Sizin için yapabileceğim bir şey var mı?” diye sordum biraz duraksadıktan sonra.

“Teşekkür ederim” diye cevapladı Kafa; “aşağı yukarı mutlu ve olayları oluruna bırakmış durumdayım. Deneysel bilime karşı neredeyse tüm ilgimi yitirdim. Her gün burada oturup, bu hayranlık verici müzede bolca bulunan zoolojik, ihtiyolojik, etnolojik ve konkolojik nesneleri izlemek istiyorum. Aklıma benim için yapabileceğiniz herhangi bir şey gelmiyor.”

“Durun,” diye ekledi, bakışları uzun gagalı Oedieneninus’ların rahatsız edici bacaklarına doğru dönerken. “Eğer ihtiyaç duyduğumu hissettiğim bir şey varsa, o da açık hava egzersizidir. Beni bir şekilde yürüyüşe çıkaramaz mıydınız?”

Bu istek karşısında biraz şaşırdığımı itiraf etmeliyim, ama elimden geleni yapacağıma söz vermiştim. Üzerine biraz kafa yorarak, şu şekilde gerçekleştirdiğimiz bir plan kurdum:

O akşamüstü, kapanış saatinden hemen önce müzeye geri döndüm ve bir mamut deniz ineği ya da diğer adıyla Manatus Americanus’un arkasına saklandım. Görevli, salona üstünkörü bir bakış atıp, binayı kilitledi ve ayrıldı. Daha sonra cesurca hareket ederek, dostumu rafından aldım. Kalın bir parça iple, bir veya iki omurunu, kafası olmayan bir Yeni Zelanda devekuşunun omurgasına bağladım. Bu nesli tükenmiş devasa Yeni Zelanda kuşunun, ağır bacakları, geniş göğsü, insan kadar boyu ve yaygın ayakları vardır. Böylece bacaklara ve kollara kavuşan dostum, olağanüstü bir neşeye boğuldu. Etrafta dolandı, büyük ayaklarını yere vurdu, kanatlarını salladı ve arada bir de kahkahalar attı. Ona, iskeletini ödünç aldığımız saygıdeğer kuşun haysiyetini korumamız gerektiğini hatırlatmak zorunda kaldım. Bir Afrika aslanının camdan gözlerini yürüttüm ve Kafa’nın boş yuvalarına taktım. Profesör Dummkopf’a, baston olarak kullanması için bir Fiji savaş mızrağı verdim ve onu bir Siyu[24] örtüsüyle örttüm; ve sonra bu eski cephanelikten ayrılıp, taze gece havasına ve ay ışığına çıktık; ve kol kola, sessiz göl kıyısı boyunca karmaşık yollarda yürüdük.

 

-oOo-

 

Profesör Dummkopf’un ilk macerasına buradan ulaşabilirsiniz.

 

Notlar:

[1] Maori: Yeni Zelanda’nın Polinezyalı yerli halkı. geri=>

[2] Yassıkafalı Kızılderililer: Bugünkü Montana Eyaleti’nin batısında yaşamış bir Kızılderili topluluğu. İlk temasa geçildiği zamanlarda, çocuklarının kafalarını sararak yassılaşmasına neden oldukları sanılıyordu. Salish halkı da denmektedir. geri=>

[3] Töton: Tötonlar, eski bir Germen kabilesidir. Kelime, vahşi Töton Şövalyeleri’nin, yağma yapabilmek için din değiştirmeleri nedeniyle, Almanlar’a hakaret olarak kullanılır. geri=>

[4] 19. yüzyılda, kafatası şeklinden kişilerin karakterlerinin anlaşılabileceği sanılıyordu. Anatomi ile ahlak felsefesinin bir birleşimi olan bu sahte bilim dalı Frenoloji olarak isimlendirilmektedir. Özellikle 1810-1840 yılları arasında popüler olmuştur. geri=>

[5] Masseter kası: Alt çenenin hareket etmesini sağlayan kaslardan biri. geri=>

[6] Glutinator: Kelime anlamı olarak birleştirici anlamına gelmekle beraber, yazarın baş veya boyun bölgesinde bulunan hangi vücut parçasını kastettiği açık değildir. Alt ve üst çeneyi birbirne bağlayan tendonlardan bahsediyor olabilir. geri=>

[7] Platizma: Boyundan çeneye uzanan bir kas. geri=>

[8] Risorius ve zygomatie major: Gülümseme sırasında gerilen yüz kaslarından bazıları. geri=>

[9] Konvülziyon seğirmesi: Çizgili kasların istem dışı hareketi. geri=>

[10] Dekapitasyon: Kafanın vücuttan ayrılmasını anlatan tıbbi terim. geri=>

[11] Diyastaltik: Organların istemsiz hareketleriyle ilgili. geri=>

[12] Eksito-motor: Refleks sistemi. geri=>

[13] Uzun Gagalı Oedieneninus: Yazarın hangi canlıyı kastettiği kedin değildir. Hikâyesi için kendi uydurduğu bir kuş türü olabilir. geri=>

[14] Gri kafalı porphyric: Bir önceki nota bakınız. geri=>

[15] Wilkie Collins: (1824-1889) İngiliz roman, oyun ve kısa öykü yazarı. 1868 yılında yayımladığı Aytaşı adlı romanı, ilk İngiliz detektiflik romanı olarak görülmektedir. Yazar, Collins’in romanlarında neredeyse kural halinde bulunan engelli karakterlere gönderme yapmaktadır. geri=>

[16] Dummkopf: Alm. Ahmak. geri=>

[17] Yazar yine kendisine ait olan 1875 tarihli “Ruh Spektroskopu” isimli öyküye göndermede bulunuyor. geri=>

[18] 19. yüzyılda bilim insanları atomların maddenin en küçük ve daha fazla bölünemez parçaları olduğunu düşünüyorlardı. Atom kelimesinin kendisi de Yunanca “bölünemez” anlamına gelen atomos‘dan gelmektedir. geri=>

[19] Telepompa: Tele- Yunanca “uzak” anlamına gelen bir ek, ve Pomp da Yunanca “göndermek” anlamına gelen pompein sözcüğünden türemiştir. Türkçedeki “Pompa” kelimesi de aynı kökenden gelmektedir. geri=>

[20] 19. yüzyılın ilk yarısında, ısının, nesnelerin atomik seviyede sahip oldukları titreşime neden olduğu biliniyordu.

[21] George Langelaan’ın Sinek hikâyesi ile karşılaştırınız. geri=>

[22] Kurşun-asit bataryası: 1859 yılında icat edilen en eski şarj edilebilir batarya türüdür. Aralarında sülfürik asit bulunan kurşun oksit ve kurşun plakalar, kurşun sülfata dönüşürken aralarında elektrik akımı oluşmasına neden olur. geri=>

[23] Servikal vertebra: Boyun omurları. geri=>

[24] Siyu: Fr. Sioux. Kuzey Amerika’daki Dakota, Lakota ve Nakota yerlilerine yerilen toplu isim. geri=>