edebiyat

Edward Page Mitchell’dan “Kristal Adam”

 

◄ Bir önceki bölüm Bir sonraki bölüm ►

 

III

O sene Şükran Günü yemeğini Bliss’lerle birlikte yedim. Akşam olunca, yabancıyla çarpıştığım geceki gizemli olayları anlatarak orada toplananları eğlendirmeye çalıştım. Ancak hikâye beklenen etkiyi yaratmayı başaramadı. Birkaç rezil tip birbirlerine baktılar. Genelde düşüncelere dalmış olan Pandora umursamazca dinledi. Sıradan şeyler dışında hiçbir şeyi anlayamamasına neden olan aptalca bir kabiliyetsizlikten mustarip babası ise düpedüz kahkahaya boğuldu ve hatta işi olayı gözlemleyen kişi olarak benim güvenilirliğime kadar götürdü.

Bir miktar sinirlerim bozularak ve belki biraz da şaşırtıcı olay hakkındaki kendi inancıma olan güvenim de sarsıldığından, erken kalkmak üzere izin istedim. Pandora kapıya kadar bana eşlik etti. “Hikâyeniz,” dedi “garip bir şekilde ilgimi çekti. Kendi adıma ben de bu ev ve etrafında gerçekleşen sizi şaşırtacak bazı olaylar anlatabilirim. Ben de tamamen yanıldığımı düşünmüyorum. Kederli geçmişten gelen bir parça umut var – ama aceleci olmayalım. Lütfen hatırım için bu durumu iyice araştırın.”

Genç kadın bana iyi geceler dilerken iç geçirdi. Hatta, daha kalın sese ait ikinci bir iç geçirme daha duyduğumu sandım ve bu ses yankı olmak için biraz fazla yüksekti.

Alt kata doğru inmeye başladım. Henüz yarım düzine basamak inmemiştim ki arkadan bir erkek elinin omzuma konduğunu hissettim. Aklıma gelen ilk şey Bliss’in kabalığından ötürü özür dilemek için peşimden gelmiş olduğuydu. Arkadaşça özrünü kabul etmek için arkama döndüm. Görünürde kimse yoktu.

Bir el tekrar koluma dokundu. Dünya görüşüme rağmen korkudan titredim.

Bu defa da bir el, sanki beni yukarı davet eder gibi kibarca paltomun bileğini çekti. Bir iki basamak indim ve kolumdaki tutuş yok oldu. Bir an duraksadım ve sessiz davet hemen tekrar ne istendiğine şüphe bırakmayacak şekilde tekrar etti.

Merdivenleri birlikte tırmandık, benimle birlikte olan varlık önden gidiyor, ben de takip ediyordum. Gözlerime inanacak olsam, merdivenlerde benden başka kimse yoktu. Gözlerimi kapadığımdaysa illüzyon, illüzyon denebilirse tabii, mükemmeldi. Önümde merdivenlerden çıkan gıcırtıları, yumuşak olmasına rağmen rahatça duyulan benim adımlarımla aynı anda atılan adımları, hatta bana eşlik ve rehberlik eden kişinin düzenli nefes alış verişini duyabiliyordum. Kolumu uzattığımda giysisinin ucuna değebiliyordum – ağır yünden ve ipek astarlı bir pelerin.

Gözlerimi aniden açtım. Bana yine kati suretle yalnız olduğumu gösteriyorlardı.

Sonra aklıma şu soru geldi: Duyma ve dokunma duyularım bana gerçeği bildirirken, görme duyumun mu beni yanılttığına, yoksa gözlerim doğruyu söylerken duyma ve dokunma duyularımın mı yanıldığına nasıl karar verecektim? Duyularım birbirleriyle çelişirken, hangisi belirleyici olacaktı? Muhakeme yeteneği mi? Muhakemem, en güvenilir olması gereken duyularım tarafından varlığı basitçe reddedilen zeki bir varlığın yanında olduğuma kanaat getirme eğilimindeydi.

Evin en üst katına ulaştık. Koridordan eve girilen kapı benim için, görünüşe göre kendiliğinden, açıldı. İçerideki bir perde kendi kendisini kenara çekti ve her anlamda iyi bir zevk ve akademik alışkanlıkları dışa vuran daireye girmem için beni bekledi. Şöminede odun ateşi yanıyordu. Duvarlar, kitap ve resimlerle kaplıydı. Koltuklar geniş ve davetkâr görünüyordu. Odada tekinsiz, tuhaf veya normal etten kemikten kişilerinkinden farklı olan hiçbir şey yoktu.

Bu sırada artık doğaüstüne dair aklımdaki son şüpheler de ortadan kalkmıştı. Bu görüngüler belki de açıklanamaz değildi; yalnızca elimde gerekli araç yoktu. Görünmeyen ev sahibimin davranışları, dostane eğilimini kanıtlıyordu. Cansız nesneler üzerinde tezahür eden bağımsız enerjiyi sakince izledim.

İlk olarak büyük bir sallanan Türk sandalyesi odanın köşesinden, şöminenin önüne doğru kendi kendine geldi. Ardından yaslanma yeri kare olan bir Kraliçe Anne koltuğu başka bir köşeden başlayarak, diğerinin tam karşısına gelene kadar hareket etti. Üç bacaklı küçük bir sehpa kendisini yerden birkaç inç kaldırarak iki koltuğun tam ortasında yerini aldı. Kalın bir cilt kitap, kitaplıktaki yerinden geri geri çıkıp havada üç dört fit yukarıda sakince süzülerek sehpa üzerine güzelce iniş yaptı. İnce işlenmiş bir pipo, duvardaki askısını terk ederek kitabı izledi. Bir tütün kutusu şömine üzerindeki raftan atladı. Dolaplardan birinin kapağı açılarak içinden çıkan bir sürahi şarap ve şarap kadehi de sehpaya aynı anda vardılar. Odadaki her şey içgüdüsel olarak misafirperverlik ruhunu yansıtıyordu.

Sallanan sandalyeye oturdum, kadehi doldurdum, pipoyu yaktım ve kitabı elime aldım. Viyanalı Bussius’un Handbuch der Gewebelehre ‘siydi [Alm.Dokubilimi El Kitabı]. Kitabı sehpaya geri koyduğumda, kendi kendisine dört yüz kırk üçüncü sayfası açıldı.

“Gergin değilsiniz, değil mi?” dedi kulak zarımdan en fazla dört fit uzaklıktaki bir ses.

 

-ooo-

 

◄ Bir önceki bölüm Bir sonraki bölüm ►