edebiyat

Bir Zamanda Yolculuk Öyküsü: ‘Kendi Çizme Kayışlarından’ (Robert A. Heinlein)

 

◄ Bir önceki bölüm Bir sonraki bölüm ►

 

III

Bob Wilson, ağır ağır etrafındakilerin farkına varmaya başladı. Pek sağlam değil gibi görünen bir zemin üzerinde oturuyordu. Biri üzerine doğru eğilmişti. “İyi misin?” diye sordu.

“Sanırım,” diye cevapladı zorlanarak. Ağzı acıyordu; eliyle dokundu; biraz kan bulaştı. “Başım ağrıyor.”

“Öyle olduğunu tahmin ediyorum. Bu tarafa doğru baş aşağı geçtin. Sanırım yere düştüğünde kafanı vurdun.”

Wilson’ın düşünceleri yavaş yavaş odaklanıyordu. Geçtiğinde? Kendisine yardım eden kişiye daha dikkatli baktı. Orta yaşlı, kırlaşmış dağınık saçları ve güzelce kesilmiş bir sakalı olduğunu gördü. Wilson’ın pijama olduğunu düşündüğü mor bir şeyler giymişti.

Fakat içinde bulduğu oda onu daha çok rahatsız etti. Yuvarlak bir odaydı ve tavanın kemeri o kadar yumuşak bir şekilde eğimliydi ki, ne kadar yüksek olduğu anlaşılmıyordu. Kaynağı belli olmayan, sabit, göze batmayan bir ışıkla aydınlatılmıştı. Duvarın kenarında kendisine dönük duran yüksek ve büyük bir kürsü veya tezgâha benzeyen nesne dışında hiçbir mobilya yoktu. “Geçerek mi? Neyin içinden geçerek?

“Geçidin, tabii ki.” Adamın aksanında bir tuhaflık vardı. Wilson ne olduğunu anlayamadı, yalnızca, İngilizcenin konuşmaya alışkın olduğu bir dil olmadığını tahmin etmişti.

Wilson omzunun üstünden diğerinin baktığı tarafa baktı ve çemberi gördü.

Bu başının daha da fazla ağrımasına neden olmuştu. “Tanrım,” diye düşündü, “kafayı gerçekten yedim. Neden uyanamıyorum ki?” Kendine gelmek için kafasını salladı.

Bu bir hataydı. Kafasının üst kısmı kopacak gibi geldi—neredeyse kopmuş gibi. Çember hâlâ olduğu gibi yerindeydi; yüzeysel derinliği anlaşılmaz renkler ve belirsiz şekillerle dolu, havada asılı duran bir girdap. “Bundan geçerek mi geldim?”

“Evet.”

“Neredeyim?”

“Yüksek Norkaal Sarayı’nın Geçit Salonu’ndasın. Ama asıl önemli olan ne zamanda olduğun. Otuz binyıldan biraz daha fazla ileri gittin.”

“Artık delirmiş olduğumdan eminim,” diye düşündü Wilson. Sallanarak ayağa kalktı ve Geçide doğru ilerledi.

Yaşlı adam elini omzuna koydu. “Nereye gidiyorsun?”

“Geri!”

“Hemen değil. Geri gideceksin tabii—Bu konuda sözüme güvenebilirsin. Ama önce yaralarını sarmama izin ver. Ve biraz da dinlenmen gerek. Sana açıklamam gereken bazı şeyler var; ayrıca geri döndüğünde benim için yerine getirebileceğin küçük bir görev de var. Senle beni harika bir gelecek bekliyor, evlat—harika bir gelecek!”

Wilson kararsızca duraksadı. Yaşlı adamın ısrarcılığı belli belirsiz canını sıkmıştı. “Bu iş hoşuma gitmedi.”

Diğeri onu dikkatle izliyordu. “Gitmeden önce bir şeyler içmek istemez miydin?”

Wilson istediğinden kesinlikle emindi. Şu an sek bir içki, dünyada—veya zamanda—en çok arzu edilecek şey gibi görünüyordu. “Tamamdır.”

“Beni takip et.” Yaşlı adam onu duvarın önündeki nesnenin arkasına ve oradan da bir koridora açılan kapıya doğru götürdü. Hızlı hızlı yürüyordu; Wilson yetişebilmek için hızlandı.

“Bu arada,” dedi, uzun koridor boyunca ilerlemeye devam ederlerken, “adın nedir?”

“Adım mı? Bana Diktor diyebilirsin—herkes öyle diyor.”

“Tamamdır, Diktor. Benim adımı öğrenmek istiyor musun?”

“Senin adın mı?” Diktor kıkırdadı. “Senin adını biliyorum. Bob Wilson.”

“Ha? A—sanırım Joe söyledi.”

“Joe mu? Bu isimde birini tanımıyorum.”

“Öyle mi? O seni tanıyor gibiydi. Aslında—belki de buluşmam gereken kişi sen değilsin.”

“Ama öyle. Seni bekliyordum—yani, bir şekilde; Joe Joe—Ah!” Diktor kıkırdadı. “Bir an için aklımdan çıkmış. Sana kendisine Joe demeni söyledi değil mi?”

“Adı bu değil mi?”

“Neden olmasın, Joe gayet yerinde bir isim. İşte geldik.” Wilson’u küçük fakat hoş görünen bir odaya soktu. İçeride hiçbir mobilya yoktu, ama zemin yumuşak ve canlıymış gibi sıcaktı. “Otur. Ben birazdan döneceğim.”

Bob üzerine oturacak bir şeyler aradı, sonra sandalye istemek için Diktor’a döndü. Ancak Diktor gitmişti; dahası içinden geçerek girdikleri kapı da yok olmuştu. Bob rahat zemine oturdu ve endişelenmemeye çalıştı.

Kısa bir süre sonra Diktor geri döndü. Wilson, onun girebilmesi için kapının genişlediğini gördü ancak nasıl yapıldığını kaçırmıştı. Diktor’un elinde, içindeki içeceğin alçak ve keyifli şıkırtısı duyulan bir sürahi ve bir bardak vardı. “Şerefine,” dedi içten bir tavırla ve bardağa dört parmak içki koydu. “Dik, bitir.”

Bob bardağı aldı. “Sen içmiyor musun?”

“Birazdan. Önce yaralarına bir bakmak istiyorum.”

“Tamamdır.” Wilson ilk bardağı, neredeyse açgözlülükle yuvarladı—iyi bir içki olduğuna kanaat getirdi; biraz skoç gibiydi, ama daha yumuşaktı ve sek değildi—bu sırada Diktor, ilk başta yakan ama sonra geçen bazı merhemler sürüyordu. “Bir tane daha içebilir miyim?”

“Lütfen.”

Bob ikinci bardağı daha yavaş içti. Bitiremedi; bardak gevşeyen parmakları arasından kaydı; zemine kızıl-kahve bir leke bırakarak yere düştü. Horlamaya başlamıştı.

 

-ooo-

 

◄ Bir önceki bölüm Bir sonraki bölüm ►